4 Ekim 2008 Cumartesi

HALVETTE BİR MİCHELLA


“Müslüman bir Avrupalının (klinik psikolojisi doktoru ve bir psikoterapist) yazdığı ve halvet deneyimlerini açıkladığı bu kitap, bildiğim kadarıyla bir ilktir... Meditasyon, sürekli dua ve izolasyon deneyimlerine dair bilimsel yazılar, barındırdıkları psikolojik öğeler ve yazarın dinsel yaklaşımı açısından çok büyük önem taşıyorlar. Evet, bildiklerim arasında bu eserin benzeri bulunmuyor.” Bu sözler ünlü Türkolog ve Şarkiyatçı, Hz. Mevlânâ uzmanı Alman Prof. Dr. Anne Marie Schimmel’e ait. Schimmel’in alanında ilk olarak nitelendirdiği ‘Halvette Kırk Gün’ önce Almanca, daha sonra da birçok ülkeden gelen talepler üzerine İngilizce yayınlanmış. ‘Halvette 40 Gün,’ hadisenin yaşandığı atmosfer olan Türkiye’de de yaklaşık on yıl gecikmeli olarak yayınlandı. İnsanlarımızın genelinin pek vâkıf olmadığı, olanlarının da bir sır olarak ifade ettikleri halvetin içeriği hakkında ilk olan bu eser, Almanya’da üniversitelerde kaynak eser olarak okutuluyor. Erbaine girmek-çileye girmek-çile çıkarmak diye de adlandırılan halveti bizzat yaşayan bir psikolog doktor, bir bilim kadını olan dervişe Mihriban Michaela Özelsel’in deneyimlerini ve görüşlerini içeren kitap Kaknüs Yayınları tarafından neşredildi. Kitabın yayınlanması ve tanıtımı nedeniyle İstanbul’a gelen Dr. Michaela Mihriban Özelsel ile Eyüp Sultan’da buluştuk. En az kitabı kadar ilginç bir hayatı vardı Özelsel’in. Çünkü sebep sonuç ilişkilerinden mürekkep sandığımız hayat onu karanlığın eşiğiden almış aydınlığın sınırlarına bırakmıştı. Gerçekten farklı bir kader çizgisi vardı Özelsel’in. Dr. Mihriban Michaela Özelsel, Protestan aristokrat bir ailenin kızı olarak 1949 yılında Almanya’da dünyaya geldi. 35 yıl sürecek ve dinsiz geçecek uzun bir dönem 17 yıl öncesinin ramazan atmosferinde tövbe kapısının her daim açık olduğu, aşk ve muhabbet erlerinin piri Hz. Mevlânâ’nın manevi huzurunda son bulacaktı. Tanınmış bir ilim adamı olan Dr. Günter ve Rose Marie çiftinin kızı Michaela’nın ilk gençlik yılları babasının görevi nedeni ile İstanbul’da geçti. 1964-1972 yılları arasında babası Dr. Günter İstanbul’daki Alman İrtibat Mekezi’nde görevli idi. ‘60’lı Yıllara Bakış’ adlı kitabında Türkiye hatıralarını kaleme almış. Michaela İstanbul Alman Lisesi’nde öğrenim gördüğü yıllarda öğrendiği Türkçeyi bugün çok iyi konuşuyor. Dört yaşında başlayan yolculuk... 35 yıl sürecek bir arayış yolculuğunun başlangıcı 4-5 yaşlarına uzanmakta. Dört beş yaşlarında küçücük bir kız çocuğu neyin arayışına düşebilirdi? “Ben Allah’ı arıyordum. Nerededir, nasıl bir şeydir... Sağa sola, tanıdığım bütün insanlara, o küçücük halimle soruyordum. Ama hiç kimse bana cevap veremiyordu ki tatmin olayım, ona inanayım” Yıllar sonra 12 yaşında yine parlar sorular ateşi: “Allah ile nasıl iletişim kurabilirim, onun varlığını nasıl anlayabilirim, onunla konuşabilir miyim, onunla nasıl yakın olabilirim?” Ama yine kimseyi bulamaz sorularının karşısında. Herşeyin hayal ve masal olduğuna o zaman inanmaya başlar. Genç kızlığı komünist ideolojinin zirvede olduğu dönemlere denk gelir “Herhalde aradığım komünizmde” der. Çünkü herkesin eşit olduğuna inanmaktadır. Ancak bulduğunu sanış dönemi kısa sürer. İçinde bir boşluk vardır şimdi, adı inançsızlıktır. Bugün geriye dönüp baktığında, “Aslında Allah’ın cevabı her zaman vardı” diyor Özelsel. “Cevaplar ortadaydı ama ben anlayamıyordum. Zaten çağrı ancak ondan gelirse biz gideriz. Allahü Teala eğer isterse insanın gönlünde bir arayış başlıyor.” İstanbul’a merhaba 19 Nisan 1964 tarihinde ailesi ile birlikte İstanbul’a ilk gelişleri, dün gibi hafızasında yer etmiş Michaela’nın. “O zaman araba ile İstanbul’a gelmiştik. Koskocaman duvarlar (surlar) çok dikkatimi çekmişti. Şehre doğru ilerledikçe büyük camileri görmüş ve çok heyecanlanmıştım.” Sultanahmet Camii’ni ve Ayasofya Camii’ni gördüğü ilk anda farklı bir kültür ortamında büyümüş olmasına rağmen kendini bu şehrin insanı imiş gibi hisseder. Şehir içini kemiren soruları uyandırır. ‘Ben kimim, nereden geldim, beni Yaratan nerede, onu nasıl tanıyacağım’ telaşı kaplar her yanını. İstanbul’un ‘efsanevi ezan sesleri’ ruhuna merhem olur gibidir. Camiler adeta bu ilginç genç kızın sığınak yeri olmuştur. “Camilere gittiğim zaman, bazen saatlerce içeride oturduğum olurdu. Namaz kılan insanları, hat yazılarını, mimari özellikleri ve çinileri zevkle seyrederdim. Huzurla dolardım ama hepsi buydu. Din ile, Allah ile gerçek teması yakalamamıştım henüz.” Almanya’ya ilk işçi olarak gönderilecek olan Türklerin sağlık kontrollerini Dr. Yangsen yapar. 1972 yılına kadar sürecek olan İstanbul yılları Alman aile için hayatlarında unutulmayacak anılarla doludur. O yıllarda adeta Türkiye’ye aşk derecesinde bir sevgi ile bağlanan Michaela’ya arkadaşları hayretle tepki gösterirler. “Sen Türkiye’de nasil mutlu olabiliyorsun? Türkiye’de kadınların durumu zor, baskı görüyorlar, neden o ülkede yaşamak istiyorsun, neden o insanları bu kadar çok seviyorsun!” Oysa genç kızlık günlerini bu ülkede yaşadığı için hâlâ Allah’a şükretmektedir Özelsel. İstanbul’da öğrenim gördüğü Alman Lisesi’nde din dersi yoktur. Birlikte okuduğu Türk arkadaşları da namaz, oruç gibi ibadetlere karşı duyarsızdırlar. İstanbul’da yaşayan bir Türk genci olan Mehmet Özelsel ile evlenen genç kadın eşiyle birlikte Amerika’ya yerleşir. Genç çift yüksek öğrenimlerini Amerika’da tamamlarlar; Mehmet tıp, Michaela psikoloji okur ve North Carolina Üniversitesi’nde klinik psikoloji alanında lisansüstü eğitimini tamamlar. Oniki yıl yaşadıkları Amerika’da çocukları Timur, Cengiz ve Amina dünyaya gelir. Aile Almanya’ya döner Bayan Michaela, uzun yıllar ayrı kalmasına rağmen Türkiye’yi hele hele karış karış gezdiği Anadolu’yu hiç unutamaz. “Oradaki insanların saflığı, temizliği, dürüstlüğü, samimiyeti, sıcaklığı hiç bir yerde yoktur”. Böylesine hiçbir yerde rastlamamıştır Özelsel. Yolcu menzile varıyor... Anadolu’da defalarca gittiğim Konya şehrinde Hz. Mevlânâ’ya tekrar gelmiştim. Çocukluğumdan beri hep bir turist gözü ile gittiğim Mevlânâ Türbesine arkadaşlarımla bir kez daha gittim”. İşte ne olduysa o gün olur. 4 yaşında başlayan ve yıllarca süren arayış son bulur ve yeni bir hayatın kapıları açılır. Defalarca turist olarak geldiği noktada, dönüşüm yaşanır ve geçmişe bir nokta konulur o noktadan devam etmek üzere... İçini kaplayan huzurun ve mutluluğun tarifi imkansızdır. Sonra arkadaşlarından öğrenir neler olduğunu, ya da yaşanan şeyin dışarıdan nasıl göründüğünü. “Ben ağlıyormuşum, kendimden geçmişim. Beni Hz. Mevlânâ’nın makam-ı şeriflerinden çekerek uzaklaştırmaya çalışmışlar.” O an Michaela, Mihribanlığa ilk adımı atmıştı bile. Belki de yıllar süren hasretin, o ayrılığın ve vuslatın kamaşmasıdır yaşanan. “Ben aslında kendimde idim” diyor anımsarken. “Ama tarifi imkansızdı, Hz. Mevlânâ canlı insanlardan daha canlı idi. Ve hakiki anlamda diri olan ve yaşayan o idi. Bunları kimseye anlatamadım.” O günden itibaren kısa aralıklarla ziyaret etmeye başlar Mevlânâ’yı. Bir mıknatıs gibi çekilmektedir oraya: “Anladım ki artık benim dinim buydu, bütün dinlerin içinde İslam beni buldu diye düşündüm. Ama bundan ilk anda memnun olmamıştım.” Memnuniyetsizliğinin sebebi Müslümanların Avrupa’da hor görülmeleridir. Yaşayacaklarını hemen hemen kestirmiştir Mihriban. Ne çare göğüslemek lazımdır. Gönlü Müslümandır artık; “Annem ve babam Müslüman olduğumu öğrendikten sonra benim delirdiğimi düşündüler. İlk zamanlarda ramazan ayında onlardan uzak durmak istedim. Çünkü beni orucumu bozmaya zorluyorlardı. Sonra benimle kızları olarak tekrar görüşmeye başladılar ama o kadar.” Bu tip zorluklar yüzünden şu anda Avrupa’da Müslüman olan ama bunu gizli gizli yaşayan çok sayıda insan olduğunu söylüyor Özelsel. Sevgiyi ve mutluluğu İslam’da bulan ama bunu çevrelerine anlatamadıkları için gizli tutan insanları anladığını söylüyor. Hz. Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, İbni Arabi, Gazali ve diğer birçok kıymetli ilim ve gönül adamlarının kitaplarını okumaya başlayan dünün Michaela’sı bugünün Mihriban’ı bu mutlu ve huzurlu süreçte okuduğu kitaplarda bir rehbere ihtiyaç olduğunu söylüyor; “Hak yolunda yürümek ve ilerleyebilmek için, yolculuğun zorluklarında yanında olacak, ona yön verecek bir rehber ile daha da kolaylaşıyor bu süreç.” Rehberini bulur ve ve seyr-i süluk esnasında bu kez de tecrübe gerektiren yeni bir bilgi ile karşılaşır. Halvette Kırk Gün’ün hikâyesi… Okuduklarından ve hocasından öğrendiklerini yeni hayatında uygulama sürecine başlayan Mihriban Hanım nefsi ile mücadele yöntemlerini de tecrübe etmeye başlar. 1990 başlarında, Üsküdar’da, derme çatma, birkaç katlı bir apartmanda, soğuk ve eşyasız bir odada dünyayla ilişkisi görünürde kesilirken, sırlarla dolu bir hayat su yüzüne çıkmaya başlar. Özelsel çileye ya da halvete girmek olarak adlandırılan hali yaşar; “Çile ya da halvet denen bu hadise çok eski bir metot. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir mağarada duruyordu ve Hak ile hemhal oluyordu. Bu da onun bir devamı niteliğinde, Issız ve sakin bir odada belirlenmiş bir gün süresince orada kalıyorsunuz. Kur’an ve dualar okuyorsunuz. Tesbih ve zikir çekiyorsunuz, oruç tutuyor, namaz kılıyor ibadet edip sürekli Allah’ı düşünüyorsunuz.” Mihriban Hanım, halvete girdikten kırk gün sonra hayata bakışında, düşüncelerinde, fikirlerinde maddi ve manevi birçok değişikliklerin olduğunu söylüyor. “Şunu anladım ki tevhid diye bir hadise var. Gayrı yok. Her yerde ve her şeyde o var. Allah olmadan hiçbir şeyin olmadığını anladım. Akıl ve bilgi yok oldu ama daimi bir bilgi belirdi. Hiç bir şey yoktu, yalnız varlık vardı.” Yazar halveti “bedenin latifleştiği, ruhun genişlediği, eğer varsa saplantı nevrozlarının çözülmeye durduğu” bir süreç olarak tanımlıyor. İnsanın, hayatın özüne doğru gömüldüğü bir haldir bu. Çocukluktan evliliğe, akademik bilgiye kadar pek çok şey gözden geçirilir. Dr. Özelsel’in, Halvet Günlüğü’nü okurken halvetin ne olduğu konusunda bilgiler edinmekle kalmayacak; zikrin, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ve İbn-i Arabi okumalarının, ayet ve hadislerin bu ruhsal deneyimdeki tartışılmaz yerini göreceksiniz. Halvet boyunca görülen ve yorumlanan rüyalarsa, günlüğün belki de en ilginç parçalarını oluşturuyor. Halvetin dışarıdan kopuş ve içe, derine çekiliş; ruhun yaralanmış bir hayvan gibi kendi izlerini sürerek inine çekilmesi, ayrı düşülen Yaratıcı’nın arındırılmaya çalışılan zihinde yeniden yankılanması gibi çarpıcı imgeler günlükteki betimlemelerden sadece birkaçı. Zengin bir entelektüel birleşimin sonuçlarına dayanan Yorumlar bölümü, halvette yaşananlara bilimsel açıklamalar getiriyor. Bu bölüm biri Doğulu, biri Batılı iki şairin (Tennyson ile Rumi) gözünden varlık ile birlik’in görünümünün resmedilişiyle açılıyor. Sonraki bölümlerde yazar halvet deneyiminin başlangıcındaki Kurban ritüeline, kendi deneyimlerinden yola çıkarak Rupert Sheldrake’in “morfik rezonanz” tezine, zikrin insan fizyolojisi üzerindeki dönüştürücü etkilerine, mistik deneyimin psikoterapötik değerine, maneviyat ve cinsellik ilişkisine… çeşitli açıklamalar getiriyor, sufizmin klasik konularına disiplinlerarası bir gözle eğiliyor. Bütün bu anlatılanlardan sonra Dr. Michaela Mihriban Özelsel insan olmanın, insani özellikleri idrak etmenin ve yaşamanın esas olduğunu belirtiyor; sevgi, hoşgörü ve muhabbetle...
AKSİYON SAYI 416

Hiç yorum yok: