28 Kasım 2010 Pazar

'Sokakta ezan sesi duymak bir ayrıcalık'


Zaman Pazar - 21.11.2010

Sokaklarımızda dalga dalga yayılan ezan sesleri bizler için sıradan. Fakat bunu sıradan olarak algılamayan insanlar da var.Amerikan vatandaşı Abed (Abid) Bhuyan mesela. Abed, sokakta yürürken ezan sesi duyabilmeyi bir 'ayrıcalık' olarak niteliyor. O, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) işbirliği ile Türkiye'de de hayata geçirilen uluslararası kültürel değişim programı çerçevesinde bir süredir ülkemizde. Türk üniversitelerine gelen yaklaşık 50 Amerikalı gençten biri. Aslında Bangladeş kökenli olan Abed, Gaziantep Üniversitesi'nde İngilizce dersi veriyor. Bayram tatilini fırsat bilip çocukluğundan beri hayalini kurduğu ve 'şehirlerin şeyhi' dediği İstanbul'a gelmiş ve koşa koşa Sultanahmet Camii'ne gitmiş.

Namazdan sonra sözleştiğimiz buluşmaya, âşık olduğunu söylediği camide birkaç dakika daha geçirmek için geç geldiğini itiraf ederek söze başlıyor. Gaziantep Üniversitesi'nin hazırlık sınıflarında öğrencilerle konuşma pratiği yapan Abed, öğrencilerinin en çok Amerikalı Müslümanların karşılaştığı problemleri merak ettiğini aktarıyor. Abed, "ABD'de de camiye gittiğimde ezan duyuyorum ama burada sokakta yürürken ezan sesi duymak çok farklı bir duygu. Ezan sizi camiye çağırıyor, siz de yönünüzü camiye çeviriyorsunuz. Bu bir ayrıcalık. Burada Müslüman olmak kolay." diyor. Bazı şikayetlerine rağmen Amerika'daki özgürlüğe vurgu yaparak, dünyanın diğer ülkeleri yerine bir Müslüman olarak ABD'de yaşamayı tercih ettiğinin de altını çiziyor Abed.

ABD Başkanı Barack Obama'yı, Mavi Marmara saldırısında hayatını kaybeden Amerikan vatandaşına ilgi göstermemesi nedeniyle eleştiren Abed, demokratları 'ehven-i şer' olarak niteliyor ve bundan dolayı Obama'ya destek vermeye devam edeceğini söylüyor. Abed, 11 Eylül saldırılarının yıldönümünde Amerikalı bir rahibin Kur'an yakma günü düzenlemeye girişimi konusunda da farklı bir yaklaşıma sahip: "Şer hayra döndü. Başarısız olan Kur'an yakma gününe karşı daha büyük bir kesim Kur'an alma günü düzenledi."

Amerika'nın dış politikasının kendi hayatını nasıl etkilediğine ilişkin Gaziantep'te yaşadığı ilginç bir olayı şöyle anlatıyor: "Antep'te 300'e yakın öğrencim var. Sık sık halı saha maçı yapıyoruz. Beraber yemek yiyoruz. İyi bir ilişkimiz var. Öğrencilerimle tanışırken bir gün, onlardan birinin Bağdatlı olduğunu öğrendim. Irak savaşına karşı olmama, savaş karşıtı gösterilere katılmama rağmen dürüst olmak gerekirse, onun karşısında utandım."

20 Kasım 2010 Cumartesi

Grek Müslümanlar

Grek Müslümanlar, hakları Lozan’la belirlenmiş Türk azınlığa veya sayıları yüz binlerle ifade edilen göçmenlere benzemiyor. Yunanistan’ın yeni yüzü olarak sosyal hayatta ve kamusal alanda özgürce yerlerini alıyorlar

Türkiye, kız öğrencilerin üniversitelerde başörtülü olarak okuma özgürlüğünü tartışırken, ekonomik krizle baş etmeye çalışan komşu Yunanistan, demokrasi dersi veriyor. 29 yaşındaki Mirto Zaharof, yeni seçtiği dinin gereği olduğuna inandığı başörtüsüyle başkent Atina’da iki devlet lisesinde birden kimya derslerine giriyor. Eğitim Bakanlığı, soruşturma açmayı aklının ucundan bile geçirmiyor. Okul yönetimi ve öğretmen arkadaşlarından dün olduğu gibi bugün de ‘Mirto Hanım’ olarak saygı görüyor. Öğrencileri ise Londra’da doktora yapmış başarılı bir mühendis olan öğretmenlerini el üstünde tutuyor. “Başörtüsüyle okula gittiğinizde ve derslere girdiğinizde sizi kimse yadırgamadı mı?”, “Burası kamusal alan, buraya bu şekilde giremezsiniz, diyen olmadı mı?” sorularının ise komşu Yunanistan’da ve Mirto Zaharof’ta karşılığı bulunmuyor. “Benim evde, sokakta ve okulda bir tek hayatım var. Hayatımı özel alan, sosyal ve kamusal alan olarak ayırmıyorum. Öğrencilerimin ve öğretmen arkadaşlarımın bakışlarından olumsuz bir şey hissetmedim. Çocukları, onlara değer verdiğinize, öğrenme süreçlerinde onlara bir şeyler kazandırmak istediğinize inandırırsanız hiçbir sorun olmuyor, saygı duyuyorlar.” diye cevaplıyor Zaharof, Vari Teknik Lisesi’ndeki ilk hafta izlenimlerini.

Babası yüksek mahkeme hâkimi, annesi Yunan Dili ve Edebiyatı mezunu olan Mirto Zaharof’un hayatı fırtınalarla dolu. Tanıştığımızdan bir gün sonra bizi El Selam Mescidi’ndeki ‘şehadet töreni’ne davet ediyor. Genç bir kız iken başladığı inançla ilgili sorgulamaları, 19 yaşındayken annesinin intihar etmesi üzerine daha da yoğunlaşmış. Sığınağı kitaplar olmuş. 2007 yılında Suriyeli Enes Mustafa ile tanışıp evlendiğinde henüz tercihini yapmamış. Fakat pratik hayatta karşılaştığı sorularla ilgili her zaman yanında olan bir cevap makinesi bulmuş âdeta. Bilgilerini İslam’ın kültürel boyutları ve zenginlikleri konusunda artırmak istediğinde ise Atina’daki İslami Eserler Müzesi’ne koşmuş. Cuma namazı sonrası yüzlerce göçmen müminin şahitliğinde imam efendinin sözlerini gözyaşları eşliğinde tekrarlayarak kelime-i tevhidi okuduğunda ise hayatında yeni bir dönem başlıyor Zaharof’un. Merasimin ardından iki rekât şükür namazı kılıp tören giysileriyle, evine bile uğramadan okuluna ve öğrencilerine koşuyor. En büyük dileği çocuk sahibi olmak. İkinci rüyası ise çocukları 10’lu yaşlara geldiğinde hep birlikte Mekke ve Medine başta olmak üzere İslam’ın kutlu beldelerini ziyaret etmek.

YUNANİSTAN’IN YENİ MÜSLÜMANLARI

Yunanistan’da Müslümanlar her zaman gündemin önemli konularından biri oldu. Çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu ve hakları Lozan’la belirlenen azınlık, Rodos ve İstanköy adalarındaki Türk ve Arnavutlar ve elbette sayıları yüz binlerle ifade edilen göçmenler... Atina’nın camisiz tek başkent oluşu ise 2004 Olimpiyat Oyunları ile daha da alevlenen ateşli bir konuydu. Şimdi ise Yunanistan farklı bir olguyla karşı karşıya: Grek Müslümanlar… Yani, Yunan kökenli Müslümanlar...

Sayıları ilk iki grup kadar olmasa da etkileri ve etkinlikleri çok fazla. Batı Trakyalı Türkler gibi azınlık çekingenliği yok onlarda. Hakları, Lozan Anlaşması’yla; özgürlükleri, ‘mütekabiliyet’ ile sınırlı değil. Rodos ve İstanköy Türkleri gibi dağınık ve örgütsüz hiç değiller. Dünyanın farklı coğrafyalarından gelip bu ülkeyi bazen bir geçiş üssü, bazen de ekmek kapısı yapan göçmenler gibi misafir de hissetmiyorlar kendilerini. Hepsi iyi eğitimli, demokratik haklarını bilen, örgütlü ve hür fikirli insanlar, Yunanistan’ın yeni Müslümanları. Bürokrasiyi ve sonuç alacakları mekanizmaları harekete geçirmek için hak arama metotlarını gayet iyi biliyorlar.

Yunanistan Müslümanlar Birliği Halkla İlişkiler Sorumlusu Anna Stamou, “Biz Yunan kökenli Müslümanlar olarak diğer yurttaşlardan farklı değiliz. Ülkemizdeki diğer Ortodoks Yunanlarla aynı kültüre sahibiz. Burası yaşadığımız ve sevdiğimiz bir ülke.” diyor. Mısırlı eşi Naim Elghandour devam ediyor: “2006’dan bu yana Anna’nın yaptıkları takdire değer. Bir gün televizyonda haberleri izliyoruz. O zamanki Eğitim Bakanı Marietta Yannaku gazetecilere fırça atıyor: ‘Neden bana ikide bir Atina’ya cami sorusunu yöneltiyorsunuz? Buradaki Müslümanlardan bir tane bile bu konuda resmî talep gelmedi.’ diyor. Hemen ertesi gün Anna resmî olarak randevu alıyor, bürokratik süreçleri işleterek Yunanistan Müslümanlarının cami isteğini bakanlık kayıtlarına aldırıyor. Ben bir Yunan vatandaşıyım. Müslüman’ım. Atina’ya cami istiyorum. Ne Suudi Arabistan’dan ne de İran’dan hiçbir dış ülkeden yardım almak istemiyorum. Camimizi Yunan parasıyla yapmak istiyorum, diyor.”

Anna Stamou’nun ve arkadaşlarının talepleri geçtiğimiz günlerde resmen gerçek oldu. Başbakan Yorgo Papandreu, caminin yapılacağına ilişkin bakanlar kurulu kararı çıkarttı. Votanikos semtinde yapılması düşünülen ve 500 kişilik olması planlanan 17 dönümlük cami arazisini de Deniz Kuvvetleri resmen devretti. 15 milyon avroluk inşaat masrafları ise kamu kaynaklarından karşılanacak. İnşa süreci ve sonrasının ise 2 Müslüman ve 5 Hıristiyan olmak üzere 7 kişilik bir komite tarafından yönetilmesi planlanıyor. Arazi meşhur Sintagma Meydanı’ndaki Yunan parlamentosuna yaklaşık 5 kilometre mesafede bulunuyor. İera Caddesi üzerindeki mekâna ulaşmak ise metro ve toplu taşıma araçlarıyla çok kolay. Stamou çok mutlu: “Niçin yabancı bir ülkeden cami yapmasını talep edeyim ki? Kendi ülkemde yaşıyorum ve bunu isteme hakkım var.”

Anna Stamou’nun İslam’la tanışması, 2003 yılında. Irak savaşının başlamasıyla Atina’da Müslüman veya değil, duyarlı herkes büyük bir yardım kampanyası başlatmış. Yardımlar okullarda ve diğer kamu binalarında toplanmış. Yardımların tasnifinde gönüllü olarak yer alan Stamou, arada bir İlyupoli semtindeki okulun bir köşesine gidip karton seren, sonra da eğilip kalkan Naim Bey’i görmüş. İş bittiğinde ise Naim Bey bir arabaya biniyor ve oradan ayrılıyormuş. ‘Nasıl olur böyle bir şey! Adam varlıklı, altında iyi bir arabası da var. O toz duman içinde iki büklüm oluyor ve eğiliyor.’ diye içinden geçirmiş. İlk fırsatta tanıştığı Naim Bey ile 15 günün sonunda 27 yaşındayken nikâh kıymışlar. Göçmen bir işçi olarak 38 yıl önce Atina’ya gelen ve bütün isteği ‘bütün bir tavuğu tek başına yemek’ olan, sonra sahip olduğu lokantasının ikinci katını mescit yaparak Atina’ya ikinci toplu ibadet ortamını kazandıran Naim Bey ile bir eşi, 6 çocuğu ve 3 torunu olduğunu bile bile evlenmiş. Bunu ailesine ve çevresine kabul ettirmesi zor olmuş elbette.

Anna Stamou ateist bir babanın kızı olarak 1973 yılında Atina’da doğmuş. Babası spor malzemeleri ve okullar için forma satıyormuş. Avukat olan annesi ise mesleğini yapmayıp babasına yardım etmiş. İki kız kardeşin büyüğü olarak işletme ve iş yönetimi okuyan Anna Stamou, daha lisedeyken yogaya ve Doğu dinlerine ilgi duymuş. Hayatla ilgili soruları hep olmuş ama bu sorular ergenlik yıllarında daha da artmış. İlk gençlik yıllarındaki bu sorgulamalar üniversite sonrası iki felsefe programını bitirmesine vesile olmuş. “Çok bilgiliydim, çok sosyaldim. Fakat sorular bir solucan gibi beynimi kemiriyordu.” diyor, buhranlı yıllarını anlatırken. Her cevapsız kalan soru, diğer soruları beraberinde getirmiş. Dededen başlayan evdeki entelektüel ortam sayesinde kütüphanelerinde her zaman en son basılan Kur’an-ı Kerim bulunmuş. “Naim’le tanıştığımızda yine bir felsefe programını takip ediyordum. Bu tanışıklıktan sonra benim yıllarca beynimi kurcalayan, uğruna yoga yaptığım, ileri felsefe okullarına gittiğim ve günlerce okuduğum zor ve karmaşık sorulara Naim’in gayet net ve basit cevapları vardı.” diyor. İkna olarak İslamiyeti seçtiğini söyleyen Stamou, hayatındaki en büyük değişikliğin namaz olduğunu söylüyor: “Namaz insanı içten kuşatıyor, canlandırıyor, yeniliyor, yeşertiyor. Her zaman taze kalmanızı sağlıyor.” Ailesi ilk başta yadırgasa da durumu kabullenmiş. Annesi sık sık ziyaret ediyor şimdi. “Onlar beni bilinçli ve kendim olarak yetiştirdiler.” diyerek anlayışları için teşekkür ediyor.

Faal olan internet siteleri ve çevirisini yaptıkları yeni kitaplarla Yunanistan Müslümanları için çalışıyorlar. Çocukları İsmail ve İman ise namaz vakitlerinde kendiliğinden safta yerlerini alıyor. Tıpkı babalarının ilk eşinden olan ve birlikte yaşadıkları ağabeyleri İbrahim gibi…

KİLİSE DİNÎ ÖZGÜRLÜKLERE ENGEL OLMAYACAK

Yunanistan’ın yeni Müslümanları, ülkede ve başkent Atina’da duyanları şaşırtsa da neticede demokratik olgunlukla karşılanıyor. Yunanistan’daki Grek Müslümanların azınlık ve göçmenlerle toplumun diğer katmanları arasında önemli bir köprü kurduğuna dikkati çeken Sol Koalisyon (Syriza) Milletvekili Thodori Dritsa, “Müslümanlığı seçen Yunan vatandaşları, net cevaplayacak bilgiye sahip olmasam da karşılıklı anlayış çerçevesinde Yunan devletiyle diğer Müslümanlar arasında olumlu işlev gören bir iletişim kanalı olabilir.” diyor. Müslüman Yunan vatandaşlarının da her Yunan vatandaşı gibi eşit haklara sahip olduğunu vurgulayan Dritsa, göçmenlerin devlet katında muhatap bulabilmelerinin zor olduğuna dikkati çekerek göçmenlerin 7 Kasım’da yapılacak yerel seçimlerde ilk defa kısıtlı ve şartlar dâhilinde oy kullanma hakkı elde ettiklerini söylüyor. Yunan parlamenter, “Bu konuda çok daha fazla hakka sahip olmalıydılar.” diyerek ekliyor: “Yunan devletinin de çok demokratik bir anayasası olduğunu söyleyebiliriz. Farklı dinlere hoşgörü gibi unsurlar içeriyor. Devlet ve ülkeyi yöneten partilerin cami gibi konuların üstesinden gelmede bir sansürü oldu. Çok farklı ülkelerde İslam var. Çok fazla Müslüman da artık Yunanistan’da yaşıyor. Bütün bu insanların ibadet yapabilecekleri bir mekânın olmaması düşünülemez. Syriza ve sol partiler, dinleri savunan bir politik güç değil. Ancak her insanın uyguladığı bir din inancına sahip olma hakkını destekliyoruz. Bu bağlamda biz, Yunanistan’da bir, iki ve daha fazla caminin olmasını çok haklı bir talep olarak değerlendiriyoruz.”

Yunanistan Kilisesi ve Atina Başpiskoposluk Basın ve Halkla İlişkiler Bürosu Müdürü Haris Konidaras ise “Yunan Kilisesi, başka din mensuplarının hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan kendi ibadetlerini yapma ve vicdani yükümlülüklerini ifa etme hakları olduğuna inanıyor ve bunu istiyor.” diyerek Yunanistan Anayasası’nın 13. maddesinde ifade edilen ‘Dinî inanç özgürlüğü dokunulmazdır. İbadetler de kanunun himayesi altında ve serbestçe icra edilir.’ maddesini hatırlatıyor. “Bu aynı zamanda Avrupa şartları, kanunları ve değerleriyle de uyumlu.” diyor. “Yunanistan Kilisesi’nin cami inşa edilmesine ne itirazı var ne de itiraz etmeye hakkı... Bu konu, devletin meselesi.” ifadelerini de vurguluyor.

Haris Konidaras, kilisenin Atina’ya cami konusuna sıcak baktığını belirtiyor ve Müslüman mezarlığı için kendilerine ait mezarlığın bir bölümünü Müslümanlara bağışladıklarını da anlatıyor. Dinî özgürlükler konusunda hükümetin atacağı adımlara engel olmayacakları garantisini veriyor.

To Vima gazetesinin, kilise ve toplumsal konularda yazdığı haber-yorumlarla tanınan önemli kalemi Maria Antoniadou da kilise sözcüsünün beyanlarını teyit ediyor. Ortodoks kilisesi etrafında bazı aşırı uçların olabileceğini belirten Antoniadou, “Fakat” diyerek devam ediyor: “Piskoposların ezici çoğunluğu, Başpiskopos’un Yunan Kilisesi’ne ait Shisto’daki mezarlıktan 30 dönümün Kur’an’a inananlara verilmesini destekledi.”

Ortodoks kilisesinin yüzyıllar boyu İslam ile birlikte uyum içerisinde yaşadığını vurgulayan Antoniadou, “Lübnan, İran, Libya, Suriye, Mısır ve Türkiye’deki etkileyici Ortodoks kiliselerini camilerin yanı başında görürsünüz. Ortodoksluk İslam’la diyaloğa girmekten hiçbir zaman korkmadı. Hatırlatmak isterim ki Patrik Bartholomeos, 11 Eylül’den hemen sonra dinler arası diyaloğu başlatan kişi oldu. Vatikan gecikmeli olarak onu takip etti.” tespitinde bulunuyor. Antoniadou, “Atina’daki caminin 2-3 yılda inşa edilebileceğine ve edilmesi gerektiğine inanmak istiyorum.” görüşünü dile getiriyor.

Atina Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi ve aktivist Prof. Vangelis Pissias da mevcut politikaların şimdiye kadar çözüm üretememesinden şikâyet ederken, kendi hayatından kesitler vererek bir temennide bulunuyor: “Çocukluk ve ergenlik yıllarımı yaşadığım Mısır İskenderiye’de Yunan Ortodoks kiliseleri, okullar ve kültür kurumları vardı. Kısa bir süre önce de ziyaret ettim. Ziyaret ettikten sonra Yunanistan’a gelen binlerce Müslüman ile Yunan vatandaşı Müslümanların, hakları olan dinî ibadet mekânına sahip olmaktan keyfî olarak mahrum bırakılmalarından ötürü ne kadar büyük bir haksızlığa uğradıklarını hissettim. Kısa bir süre önce caminin inşa edileceği yerin netleştiğini öğrendim. Caminin inşa edilmesi, ‘iç’ sınırların yıkılmasına neden olabilir. Böylece problemin farklı bir inanca sahip olmak olmadığı gösterilebilir. Bu, Yunanistan’da ortak bir duruş için yaşayan ve çalışan insanlara, gerçek değerler ve toplumsal sorunlar karşısında itici güç olabilir.”

GREK MÜSLÜMANLIĞI Yunan Müslümanlar farklı vesilelerle İslam’ı seçse de günlük hayatta kendilerine özgü bir pratik yaşıyor. Azınlığa ve göçmenlere çok fazla benzemiyorlar. Ülke içindeki bütün Müslüman gruplarla etkileşim içindeler. Kendilerini ‘Türk Müslümanlığı’na yakın görüyorlar. Yemek, müzik ve eğlence anlayışında olduğu gibi inanç konusunda da benzerlikler dikkat çekiyor. Fakat yine de, “Biz Yunan’ız, farklıyız.” demekten de kendilerini alamıyorlar.

Kadın doğum hastanelerinde ebe olarak çalışan ve devlet meslek lisesinde hemşirelik öğretmeni olarak derslere giren Eleni Fiotaki (44), “9 yıldır Müslüman’ım. Önce içimde Müslüman oldum. İki yıl sonra, Gümülcine Müftülüğü’ne giderek resmen şehadet getirdim. Ülkemizde demokratik haklarımızı kullanabiliyoruz. Fakat hâlâ Müslümanlara layık nezih ve güzel bir ibadet mekânı yok. Ben bir Müslüman olarak yetiştirmek istediğim çocuklarımı asla bodrum katlardaki hijyenik olmayan mescitlere götüremem. Çünkü oralar bizi tam olarak temsil etmiyor. Araplar, her zaman bir sorunla karşılaştığında sığınabilecekleri bir ülkesi olduğunu düşünür. Başına bir şey gelse kendileri için ağlayacak birileri vardır. Bunu hep aklının bir köşesinde tutar. Burada bir Yunan ile evlenen Arap’ta bile bu his vardır. Bizim üzerimizde hissettiğimiz baskıyı onlar hissetmiyor. Bizim Yunan bir Müslüman olarak gideceğimiz başka bir ülke yok ve kendi sorunlarımızı burada çözmemiz lazım. Mesela nezih bir ibadethane ve Müslüman mezarlığı gibi.” diyor.

Eleni Fiotaki, Müslüman olma sürecini ise şöyle anlatıyor: “Cezayirli Müslüman bir kadının doğumuna girmiştim. Kadın Müslüman olduğu için doğumundan çok önce kendisine karşı daha nazik ve hassas olmak için nelere dikkat etmem gerektiği gibi mesleki bilgilerle birlikte İslam’a ilişkin kitaplar okudum. Bu kitaplar Yunancaydı. Doğum gerçekleştikten sonra kadın beni evine kahve içmeye davet etmişti. Hac dönemiydi. Televizyonda Mekke ve Kâbe’ye ilişkin görüntüler vardı. Kadının evinde gördüğüm yakınlık ve televizyonda izlediklerimle Yunanca kaynaklarda okuduklarım apayrı şeylerdi. İslam’a dair Yunanca okuduğum kitapların tamamı hatalıydı. Yanlış bilgiler aktarılmıştı. Bu konuda yaptığımız sohbetlerden ötürü onlara karşı mahcup olmuştum. Kadının eşi, ‘Eleni Hanım, galiba siz başka bir dini okumuşsunuz’ diyordu. Daha sonra İngilizce kitaplara yöneldim. İngilizce Kur’anı Kerim ve daha başka kitaplar satın aldım. Yunanca kitaplarda İslam’a ilişkin yanlışların sistematik olarak çok olması beni rahatsız etti. Müslümanların hayatının, İsa’nın hayatına günümüz Hıristiyanlarının hayatından daha çok benzediğini fark ettim. Bir Müslüman, İsa’nın öğretilerini tam yapıyor, ancak bir Hıristiyan yapmıyordu.”

Sonrasında Bayan Eleni’nin Müslümanlığı seçmesi doğal bir seyir almış: “Bir şeyin doğrusunu gördükten sonra geriye dönmenin anlamı yok. İslam’a dair en temel sorun kötü propaganda. Tarihî konulara atıf yapan ayetler, Allah tarafından savaş emri verilmiş gibi yansıtılıyor. Gerçekte değil tabii. Maalesef birçok Müslüman’ın yanlış eylemleri de buna sebebiyet veriyor. Bir Müslüman’ın kendi hatalarını İslam dinine yüklemeye hakkı yok. Bu İslam’a iki defa iftira etmektir.”

Müslüman olduktan sonra aile ve çevre baskısının olmasını yadırgamıyor Eleni Fiotaki. Sosyal hayatta bazı zorluklarla karşılaştıklarını da inkâr etmiyor: “En özgür olduğumuz yer evimiz; ama biz eve bağlı kalmak istemiyoruz. Sosyal hayatta var olmak istiyoruz. Toplumun içinde olmak gerekir. Peygamberimiz toplum içindeydi.”

Eleni Fiotaki, başörtüsü kullandığı için toplum ve resmî kurumlar nezdinde bazen üzerinde bir baskı hissettiğini ancak Yunanistan’da insanların İslam’a dair bildikleri şeylere Müslüman olmadan önce şahit olduğu için onları anlayışla karşıladığını belirtiyor. “Yunanistan demokratik bir ülke. Kanunları bilirseniz size kimse dokunamaz. Talep etmesini bileceksiniz. Bir köşeye çekilip bizi zavallı görmelerine fırsat veremeyiz. Çünkü zavallı değiliz.” sözleri de Eleni Fiotaki’ye ait. Toplumsal faaliyetlerde aktif görevler alan Fiotaki, bir yandan da Yunancaya kazandırılan tercüme kitapların redaksiyonu ile meşgul olmayı sürdürüyor.

Atina’daki Müslümanlarla ilgili bir başka merkezin yetkilisi de anne tarafından Yunan olan Ahmed Eldin. Eldin, daha çok İslamiyet hakkında sık sorulan soruları cevaplaması ve tartışılan bazı konulara dair çektiği videoları sitesinde yayınlamasıyla tanınıyor. Müthiş bir ikna gücü var. Polemik onun işi. İnternet üzerinden de soru alıp cevaplıyor.En çok soru, genç Yunanlılardan geliyormuş. Atina’ya büyük bir cami yapılmasını istemekle birlikte şehrin her yerine yayılan mescitlerin kapatılmaması gerektiğini söylüyor. Müslümanların Atina’nın her bir köşesinde olduğunu, her namaz vakti merkezî bir yere gitmelerinin imkânsız olduğunu belirtiyor. Annesi, evlendikten on yıl sonra, 1983 yılında Müslüman olmuş. Polonyalı eşi de İslam’ı seçmiş. Şimdi bütün aile yakında doğacak bebeği bekliyor. Eleftheropitiya gazetesi politika yazarı Thomas Tsatsis de dolaylı olarak sözü aynı yere, camiye getiriyor: “Müslümanlar, mekânın iyi ve güzel olmasından öte caminin değerine ve onlar için yapıldığına inanmazlarsa, yine bodrum katlardaki mescitlere döneceklerdir.” diyor: “Burada Yunanistan vatandaşları var, azınlıklar var, burada yaşayan ve çalışan Müslümanlar var. Onların bu konudaki demokratik taleplerine cevap verilmeli. Yunanistan buna inandığı için yapmalı. Başka sebeplerden dolayı değil.”

ATİNA’DA BİR NAKŞİBENDİ

Atinalı Grek Müslümanlar sayıları az olsa da renkli ve farklı kişilikleriyle hemen göze çarpıyor. Yunanistan Müslümanlar Birliği mescidinde cuma namazında tanıştığımız Anastasios Enes Panousis (44) de bunlardan biri. Kozani’de askerlik yaparken Gümülcineli bir Türk’ün elinde gördüğü Kur’an onun sonraki hayatının anlamı olmuş. Rüyasında kelime-i tevhidi işitmiş. Müslüman asker kendisine anlamını söylemiş. Askerlik bitip de memleketine döndüğünde İslamiyetle ilgili ne bulursa okumuş. Okudukları sonunda önce içkiyi bırakmış, sonra domuz etinden vazgeçmiş. Gümülcine’ye gidip sünnet olmuş. “Artık Müslüman olmak için her şey hazırdı.” diyor. Allah’tan Müslüman bir eş istemiş. Faslı Habibe karşısına çıkmış. Batı Trakya’da İslam’ın Türk yüzüyle tanışmış. “Hem yeni dinimi hem de Türkleri daha yakından tanıdım ve kendime çok yakın hissettim.” diyor. Yüz yüze tanışmasa da internetten zikirlerine katıldığı Nakşibendi tarikatına intisap etmiş. Evinin bodrum katını ise küçük ve şirin bir mescide dönüştürmüş. Namazlarını kılıyor, tesbihatlarını orada yapıyor. Ramazan aylarında ise Alimos Belediyesi’nden bahçıvan olarak aldığı maaşın bir kısmını teravih kıldırmasını rica ettiği bir hocayla paylaşıyor. İki kolundaki dövmeler ise Müslümanlıkla tanıştığı ilk günlerdeki heyecanla yaptırdığı izler. Her iki koluna da Mevlana’yı işletmiş.

Kendisi gibi eşi Habibe de farklı bir portre olarak karşımıza çıkıyor. Yunanistan Komünist Partisi’nden belediye meclis üyesi seçilmek için mavi renkli özel başörtüsüyle sokak sokak propaganda yapıyor.

Hıristiyan olan eşiyle birlikte özel bir dil kursu ve dershane işleten, ismini Ziyad Karam olarak değiştiren, yeni adını kimliğine de yazdıran Zacharias Karamolegos’un hidayet öyküsü ise bambaşka. Yunanlı nişanlısından ayrıldıktan sonra Mısır’da turizm işine giren Karam, karşılaştığı bir Arap kızla evlenebilmek için usulen Müslüman olmuş. Aradan zaman geçmiş ve bu evlilik bitmiş. Atina’ya döndüğünde, öylesine inandığı dini araştırmaya başlamış. Şehadet getirdiği günü gözyaşlarıyla anlatıyor: “O gün secdeye kapandığımda alnımı koyduğum yer halı değil, cennetten bir parçaydı. Secdede oluşan göl içerisinde Allah lafzını gördüm. Kalbimin bir gül gibi katman katman açıldığını hissettim.”

Fakat Katolik babası ve dostları, onun Müslüman olmasına itiraz etmiş. Çevresi ‘Zacharias Türk olmuş’ diye mahallede dedikodu yapmış. O ise yeni hayatında mutlu. Hacca gitme hazırlıkları yapıyor.

Dr. Venetia Evergeti*:Yunanistan’da Müslümanlar için özel bir hüküm ve yönetmelik yok

Yunanistan’da resmî istatistik verilerine bakarak Müslüman nüfus konusunu takip etmek oldukça zordur. Metodolojik kısıtlamalarla karşılaşılmaktadır. Kısıtlı ve marjinal de olsa en güvenilir kaynak, 2001 resmî sayım verileri. Buna göre tüm yabancı uyruklular yüzde 7-8. Bunlar arasında, özellikle Ortadoğu’dan (Mısır, Suriye ve Lübnan) ve Güney Asya ülkelerinden (özellikle Pakistan ve Bangladeş) insanlar bulunuyor. Nijerya gibi Müslüman Afrika ülkelerinden gelen çok daha az kişiyi de sayabiliriz. Müslüman göçmenler ağırlıklı olarak Atina’da yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte bilindiği gibi Yunanistan’da Batı Trakya’da yaşayan yerli bir Müslüman topluluk bulunmaktadır. Müslüman göçmenlerin aksine Trakya Müslümanları Yunan vatandaşıdır. 1923 yılında Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Lozan Antlaşması ile korunmaktadır. Bu nedenle, Yunanistan’da birleşik bir Müslüman topluluğundan bahsedemeyiz. Köken ve statüleri etnik geçmiş ve tarihî yerleşimlerine göre değişir.

Yunanistan’da kimlerin Müslümanları temsil edebilecekleri konusunu şu anda belirlemek zordur. Biz sadece bir temsilci kuruluş olmadığını düşünüyoruz. Yunanistan’da artık uzun yıllardır yaşayan gruplar, daha kısa bir süre önce oluşturulan mülteci topluluklar, özellikle Atina’da Yunan sivil toplum kuruluşlarının desteği ya da yardımlarıyla dernekler kurdular. Ancak şimdilik farklı Müslüman ve etnik topluluk dernekleri ile Yunan resmî kuruluşları arasında ilişki kurulacak gibi görünmüyor. Yunan devletinde Müslümanlar için hiçbir yönetmelik ve hüküm bulunmamaktadır.

Yunan vatandaşları ile göçmenler arasında temel farklılıklar oldukça karmaşık bir konu. Yerli Müslümanlar, Yunan vatandaşları. Göçmen Müslümanlar ise yurttaşlık haklarına sahip değil. Kurumsal olarak konuşursak, bir değil ancak çeşitli devlet kurumları ve bakanlıklar, Müslüman ve diğer göçmenlerle uğraşıyor. Gerçekte bu, onların devlet otoritesi nezdinde temsil edilmelerini daha karmaşık hâle sokuyor.

Atina’da yasal merkezî bir caminin varlığı, öncelikle Yunanistan’da İslam’ın kamusal statüsünü değiştirecektir. Trakya dışında ibadet yapılan küçük ve yasa dışı yerlerden, merkezî bir ibadet mekânının kurulmasına geçilmiş olacak. Bu, Yunanistan’daki göçmen Müslümanlar için olumlu bir gelişme olacaktır. Böylece küçük ve gayriresmî bodrum katlardaki ‘mescitler’ yerine ibadet yapabilecekleri ve resmen tanınmış bir mekâna sahip olacaklardır.

Çalışmamızın ilk sonuçları şunu gösterdi: Büyük merkezî bir cami açıldıktan sonra bu insanlar, pratik nedenlerden dolayı gayriresmî mescitlerin kapanmasını istemiyor. Birincisi, Atina’daki büyük cami yaklaşık 500 kişilik olacak. Bu rakam, Atina’da yaşayan çok sayıdaki Müslüman için yeterli değil. Özellikle ramazan döneminde yapılan ibadetler ve toplantılar sırasında… Ayrıca, birçok kişi haftalık bazda lokal (mahalle) mescitlerinin kapanmaktan kurtarılması için mescitlere ibadet yapmaya gideceğini belirtiyor.

Merkezî ve yasal bir caminin inşa edilmesi, kültürlerarası diyaloğun başlamasını kolaylaştıran bir nokta olacaktır. Yunan resmî kuruluşları ile Müslüman temsilciler arasında günlük ve uzun vadeli özlü işbirliklerine ihtiyaç duyuluyor.

(*) İngiltere Surrey Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim görevlisi. Yunanistan’da yerli ve göçmen Müslümanlar üzerine çalışmalar yürütüyor. İngiltere’deki Sanat ve Beşerî Bilimler Konseyi (AHRC) tarafından desteklenen “Yunanistan’da İslam: Yerli Müslümanlar ve Göçmen Müslümanlar Arasında Dinî Kimlik ve Pratik” adlı projenin liderliğini yürütüyor

aksiyon Sayı: 828 / Tarih : 18-10-2010 .

31 Ekim 2010 Pazar

Neden Müslüman oluyorlar?

Prof. Dr. Ali Köse - Marmara Üniversitesi
31/10/2010
zaman

"Merhaba, ben David. Fransa'dan arıyorum. Televizyon programcısıyım." dedi telefondaki ses. "11 Eylül'den sonra Fransa'da Müslüman olanların sayısı arttı.

Bunu araştırıyoruz, sizinle röportaj yapmak istedik." diye devam etti. İlginç bir tespitti bu. Sanki tam tersini bekliyordu insan. 11 Eylül'le birlikte bir taraftan İslamofobi yükseliyor, diğer taraftan Müslüman olanların sayısı artıyordu. Avrupa basınında yer alan haberler de Fransız televizyoncuyu teyit ediyordu. New York Times, Daily Telegraph, Sunday Times benzer haberler yayınladılar. The Times 11 Eylül'den dört ay kadar sonra 7 Şubat 2002 tarihli nüshasında Hollanda İslam Merkezi'ne Müslüman olmak üzere başvuranların sayısının 10 kat arttığını bildiriyordu. Genellikle genç Batılıların Müslüman olduğunu vurgulayan bu haberlerden çıkan en önemli sonuç şuydu: "Batı'ya kızan, Müslüman oluyor."

Tony Blair'in baldızı Lauren Booth, birkaç gün önce Müslüman olduğunu açıklayınca 11 Eylül sonrasındaki bu gelişmeleri hatırladım. Neydi bu insanları özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a çeken sebep? Tamam, İslam'ın nasıl bir din olduğunu anlamak için kitap okuyanların sayısı artmıştı; İngilizce, Almanca, Fransızca Kur'an mealleri fazla satmaya başlamıştı. Ama İslam aleyhine bu kadar olumsuz havanın oluştuğu bir coğrafyada insanları o taraftan bu tarafa iten başka nedenler olmalıydı. Müslüman olan insanları dinlediğiniz zaman, onların sosyo-politik arka planlarını gördüğünüz zaman meseleyi anlıyordunuz. Bu insanlar 11 Eylül'ü Batı kapitalizmine karşı bir saldırı olarak görüyorlardı. Çünkü bir zamanlar sosyalizme gönül vermişlerdi. Kapitalizme karşı çıkışı sosyalizmden sonra İslam'la dillendiriyorlardı. Kendi toplumlarının olumsuz yönlerine karşı geliştirdikleri tepki, bu insanların bir başka dine yönelmesini kolaylaştırıyordu. Lauren Booth da böyle bir motivasyonla çıkmıştı yola. Filistinlilere yardım götürmüştü. Onların maruz kaldığı zulme karşı çıkmıştı insanlık adına. Mazlumların yanında yer almak istemişti. Mavi Marmara'yla sembolleşen yardımların başlangıcında onun da adı vardı. Manevi zenginlikle tanıştı İslam dünyasında. Ne kadar sekülerleştiğini, kutsaldan ne kadar uzaklaşmış olduğunu hissetti Müslüman diyarlarda. İran'da Fâtıma Mâsûme'nin türbesinde o his doruğa ulaşıp İslam'la müşerref oldu. Şimdi de "En büyük arzularımdan biri Sultanahmet'te namaz kılmak." diyor Lauren Booth kutsalı hissetmek adına.

Aslında her Batılı mühtedinin (İslam'a giren) kendisine ait bir serüveni vardır. Psikolojik, sosyolojik nedenleri vardır kendi dinini, kültürünü terk etmek için. Belki travmalar yaşamıştır hayatta. Ama hep bir ortak nokta vardır son adımı attıran, "haydi İslam kapısından gir artık" dedirten. Kutsalla buluşma arzusudur o. Çünkü maneviyatla bağlarını koparmış bir toplumun sızılarını hissederler bilinçaltlarında bir yerlerde. Onun için, sekülerden kutsala uzanan yolculuktur onların hikâyesinin asıl adı.

Neler olur, neler biter Müslüman olmadan önce?

Uzun bir süreç yaşanır İslam'dan önce. Başlangıçta duygusal motifler, bireysel travmalar vardır. Tamamıyla entelektüel motiflerle yaşayarak İslam'a girenlerin sayısı fazla değildir. "Hıristiyan teolojisinin falanca doktrini beni pek açmıyor, iyisi mi ben daha iyi bir teoloji bulayım" gibi bir motivasyonla yola çıkanlar yoktur pek. Duygusal bir başlangıç söz konusudur. Lauren Booth'un hikâyesi de öyledir. Ama bu duygusallığın içinde bir "anlam arayışı", varoluşa anlam yükleme isteği vardır. Travmatik tecrübe yaşayan insanlar varlıklarının anlamlarını sorgulamaya başlarlar. Bu anlamı sunmadığı için kendi toplumlarını eleştirirler. Toplumun dinden, maneviyattan uzak seküler yapısı hedef tahtalarındadır. İnsanlar arası bağların kopması, hayatın makineleşmesi bunaltır onları. Bir Avrupalı şöyle demişti bana bir keresinde: "Ne güzel, siz birbirinizle karşılaştığınızda kucaklaşıyorsunuz, öpüşüyorsunuz, biz ise birbirimize dokunmaktan korkuyoruz."

Bireysel tecrübeleri ne olursa olsun insanlar eski dinlerini sorguluyorlar sonunda. Mesela Kilise'nin eşcinselliği hoş görmesini, eşcinsel papazlara bile sahip çıkmasını, muhafazakâr bir İngiliz kabullenemiyor. Bir mühtedi başından geçen bir olayı anlatmıştı. Alkolik olmuş. İçkiyi bırakmak istemiş. Belki yardımcı olur diye papaza gitmiş. Ama papazın ilk yaptığı şey ona içki ikram etmek olmuş. "Bu papaz bana nasıl yardımcı olabilir ki?" diyerek ayrılmış kiliseden.

Batı'da yaşayan Müslümanların İslam'ı arzulanan düzeyde temsil ettiğini söylemek güç. Ama Müslüman olan Batılıları etkileyenler de yine bu insanlar arasından çıkıyor. Güçlü din duyguları, özde taşıdıkları maneviyat Batılıları etkilemeye yetiyor. Üniversitedeki Müslüman arkadaşlarının aile anlayışından, kadın-erkek ilişkisinde gözettikleri kurallardan etkilenerek Müslüman olan bir üniversite öğrencisiyle tanışmıştım Londra'da. İsmi Mark'tı. Evlilik dışı bir ilişkinin çocuğuydu Mark. Babası annesini terk etmişti. Hayatı acılarla doluydu. "Benim annem babam Müslüman olsaydı, bu kuralları gözetselerdi ben bu acıları yaşamayacaktım" diyordu içinden bir ses. Lauren Booth "Müslüman birisiyle evleneceğim." diyor gazetecilere. Boşanan bir ailenin boşanan kızı olduğunu öğrendiğinizde anlam kazanıyor bu sözleri.

İslam'ın tek bir nüvesi bile Batılıları etkileyebiliyor. Ama bu etkinin gerçekleşmesi için Müslümanların Batılılara karşı kompleksten sıyrılmaları gerekiyor. Fas'tan Endonezya'ya kadar birçok İslam ülkesi Batı'nın sömürgesi olmuş. Batı hep medeniyet taşıyıcısı, hep efendi olarak algılanmış. Batı'da yaşayan Müslümanların çoğu bu psikolojiden sıyrılabilmiş değil. Kendilerini hiçbir alanda Batılılardan üstün göremiyorlar. Üstün gördükleri tek alan var, o da din. En önemli araçları bu... Ve bu aracı doğru kullananlar Batılıları etkiliyor.

Bu aracı iyi kullanmanın yollarından biri "güvenilir" olmak. "El-emin" olmak. Güvensizlik ne yazık ki çağın hastalığı. Bu çağdaş zaafı kendi hanelerinde bir erdeme dönüştüren Müslümanlar Batılıları etkileyebiliyor. Bunun en güzel örneğini bir İngiliz mühtedinin hikâyesinde buldum. Bu İngiliz, İslam'la 1955 yılında asker olarak gittiği Süveyş Kanalı'nda tanışmış: "Bizim kışlada Mısırlı bir müstahdem vardı. Adı Abdullah'tı. Bir gün beni çok etkileyen bir olay oldu. Saatimi komodinin üzerinde unutmuştum. Geri geldiğimde saatin yerinde yeller esiyordu. Bana tembihlenen "Mısırlılara asla güvenme!" sözünü hatırladım. Biraz sonra Abdullah geldi. Odayı temizlerken saati görmüş ve çekmeceye koymuş. Saatimi çekmeceden çıkarıp bana verdi ve şöyle dedi: "İslâm'da hem hırsızlık yapmak hem de hırsızlığa teşvik edecek şekilde kıymetli eşyayı ortalığa koymak yasaktır." Hırsız zannettiğim bu insan bana çok farklı bir ahlâk dersi vermişti."

Artık orduların değil, imajların savaştığı bir çağda yaşıyoruz. Bu savaşı en fazla kaybedenler arasında ise maalesef biz Müslümanlar varız. Küreselliği her geçen gün daha fazla hissettiğimiz bir dünyada, başkalarının bizleri daha gerçek halimizle tanıyacağını hayal ederken, negatif imajlar bir heyûlâ gibi bırakmıyor peşimizi. O bildik görüntüler Batı medyasında anında aleyhimize dönüştürülebiliyor. 1990'lardan bugüne, giderek olumsuz hale gelen bu imaj 11 Eylül'le birlikte perçinlendi. Fakat bu imajdan hiç de etkilenmeyen bir hazinemiz var. Allah Teala bu hazine için "O'nu Biz indirdik, Biz koruyacağız." buyuruyor. O hazinenin adı Kur'an-ı Kerim...

Batı ve Kur'an. Bugün yan yana gelmesi pek muhtemel görünmeyen iki kavram gibi. Ama gerçekte durum farklı. Tüm olumsuzluklara, tüm negatif yüklemelere rağmen, İslam yolunda mühtedilere son adımı attıran aracı Kur'an.

Kur'an'ın ne kadar etkili olduğunu bir başka mühtedinin hikâyesinde görmek mümkün. Bu mühtedi önceki hayatında uyuşturucu ve içki müptelasıymış, toplumsal normlara hep karşı çıkmış. Kendi ifadesiyle, epey günah işlemiş. Bir gün eline Kur'an tercümesi geçmiş: "Kur'an'da söylenenlerin bana yönelik uyarılar olduğunu hissettim. 'Şunu yapma, bunu yapma!' diyordu Kur'an. Kendi kendime, 'Bunu kim yazdıysa beni gözetlemiş olmalı' dedim. Sanki birisi benim yaptığım yanlış işleri kaydetmişti. Bu benim için bir şoktu. Gizli yaptığımı zannettiğim şeylerin hepsi burada anlatılıyordu."

29 Ekim 2010 Cuma

Fransız profesör nasıl Müslüman oldu



Fransız bir profesör olan Dardennes Roland'ın Müslüman bir kadın doktor vesilesiyle İslam'la şereflenip, Prof. Şerif olmasının hikayesi...


29 Ağustos 2009 Cumartesi - 14:29

Ersen Akyıldız / TIMETURK

Fransa’da yaşayan Suudi doktor kadın, Fransız bir profesörün İslam’ı seçmesine vesile oldu.

Psikoloji üzerine doktora yapmış olan ve şimdi de sinirbilimi üzerine çalışan Dr. Nebal el-Anbar Paris’te 10 yıldan beri çalışıyor.

Dinine sıkı sıkıya bağlı bir Müslüman kadın olan Nebal, İslam’ı iş arkadaşları arasında yaymak için de elinden geleni yapıyor. Boş kaldığı tüm zamanlarda Kur’an ayetlerinin fotokopilerini alıp gayr-i müslim arkadaşlarına dağıtan Dr. Nebal, onlarında kendisine merakla sorular sorduğunu da bildiriyor.

Çabaların ilk meyvesi

Nebal’in Fransız iş arkadaşlarından 48 yaşındaki Prof. Dardennes Roland da Riyad’a yaptığı bir seyahatte uğradığı Davet Merkezi’nde Müslüman oldu.

Paris Descartes Üniversitesi’nde Psikiyatri dalında profesör olan Dr. Dardennes – şimdiki ismiyle Şerif – Engelli Araştırmaları Prens Selman Merkezi’nin düzenlediği tıbbi bir konferansta İslam’la nasıl şereflendiğini anlattı.

Medya İslam'a karşı önyargılı

Önceleri sadece Fransız gazetelerindeki önyargılı şiddet haberlerinden İslam hakkında fikir sahibi olduğunu belirten Şerif, Dr. Nebal ile tanıştıktan ve onun dinine olan güçlü imanını, ibadetlerini ve günlük yaşantısını gördükten sonra ise yanlı medyanın yazıp çizdiklerinin ona hiçbir anlam ifade etmediğini söyledi.

Medyanın her toplumda görülebilecek aşırı uçları ve onarlın yaptığı şiddet eylemlerini merkeze alarak İslam hakkında yanlış görüşler beyan etmesini artık kabul edilemez bulduğunu ifade eden Profesör Şerif, Müslüman olma sürecinde ise Dr. Nebal’in iş yoğunluğunda bile ibadetlerinden geri kalmamasının kendisine İslam’ı daha tarafsız öğrenme konusunda ilham kaynağı olduğunu belirtti.

İslam’ın batıda maneviyattan yoksun bir siyasi hareket olarak gösterildiğini kaydeden Prof. Şerif, Dr. Nebal gibi insanların ise bunu çürüttüğünü söyledi ve İslami yaşam tarzının – günlük beş vakit namaz, Kur’an okumak ve Ramazan’da oruç tutmak – kendisini hem etkilediğini hem de İslam’a girmesine vesile olduğunu belirtti.

Ayrıca Suudi Arabistan’da insanların cemaatle namaz kılarken gösterdiği kibarlık ve tevazunun da kendisini çok etkilediğini belirten Şerif, daha önce Müslümanların günlük ibadetler yaptığını bilmediğini ve bu ibadetlerin hem derin bir maneviyat içermesi hem de günlük hayatla bu kadar irtibatlı olabilmesinin ise kendisini oldukça şaşırttığını ifade etti.

İslam’a geçmeden bir gün önceki gecede hissettiklerini anlatacak kelime bulamadığını söyleyen Şerif, en büyük korkusunun ise - neyse ki bunun doğru olmadığı kendisine daha sonra öğretilmiş - İslam’a geçmeden önce Kur’an’ı orjinal metninden okuma zorunluluğu olduğunu ifade etti.

Şimdi sıra ailesinde

Hıristiyan bir ailede doğan Şerif’in şimdiki arzusu ise Japon annesi, Fransız babası, 12 ve 15 yaşlarındaki kızlarına İslam’ı anlatmak. Şerif’in anlattığına göre, babası farklı dinler üzerinde çalışma yapmış birisi ve İslam hakkında sahip olduğu önyargıları kendisiyle mantıklı bir şekilde tartışıldığında bir kenara bırakabilecek bir mizaca sahip. Profesör, bu yüzden babasına İslam’ın gizemli ve manevi yönlerini anlatmak için sabırsızlandığını söylüyor.

'İnsanlık denizinde küçük bir damla'

Prof. Şerif’in Mekke yolculuğu ise tam anlamıyla eşsizmiş. Daha önce de Kabe hakkında belgeseller izlediğini, dolayısıyla belli bir fikre sahip olduğunu belirten Şerif, ancak hac tecrübesini bilfiil yaşamanın ise hepsinden çok daha farklı bir deneyim olduğunu şu sözlerle ifade ediyor:

‘Kabe’nin yanındayken kendimi insanlık denizinin küçük bir damlası gibi hissettim.