5 Ekim 2008 Pazar

Britanya'da İSLÂM'ın Bin Yılı

PEK ÇOĞUMUZ, Britanya’da Müslüman geçmişin ancak II. Dünya Savaş’ı sonrasında meydana gelen göçlere kadar geriye götürülebileceğini sanıyoruz. Göçlerin Britanya’daki Müslüman nüfusun artışında önemli bir payı olduğu inkâr edilemez. Fakat Ada’daki Müslüman geçmişi bununla sınırlamak büyük bir haksızlık olur. İngiltere’de İslâm’ı tanıtmak amacıyla her yıl düzenli olarak yapılan İslâm Tanıtım Haftası’nda Muhammed Sıddık Sedon’un yaptığı konuşma, bu konuda bize önemli bilgiler veriyor. Konuşmasının başlığı bile çoğumuzun belki de ilk defa duyacağı bir bilgiyi içeriyor: “Britanya’da İslâm’ın 1000 Yılı.”
Düşünebiliyor musunuz, Britanya’da İslâm 1000 yıl öncesine uzanıyor. Kuşkusuz bu ifadenin detaylandırılmasına ihtiyaç var. Ama yine de, bu ülkede İslâm etkisinin az ya da çok bin yıl öncesine götürülebilir olduğu bir gerçek. Bu gerçeğin imalarından birisi, Britanya’da İslâmî geçmişin sadece Müslümanların ilgi alanına giren bir konu olmadığı, aynı zamanda bu geçmişin bizzat bu ülke vatandaşlarının da tarihi olduğudur.
Britanya üzerinde tarihte görülen ilk İslâmî etki, Kral Offa döneminde yaşandı. Kral Offa, sekizinci yüzyılın sonunda hüküm sürmüş zengin bir Anglo-Sakson kraldı. Offa’nın tarihteki asıl şöhreti, İngiltere ile Galler’i birbirinden ayıran muazzam duvarı inşa ettirmesiydi. İki krallığı ayıran bu yüksek duvar, yapımında kullanılan malzemeler açısından Mısır piramidlerinin inşasıyla karşılaştırılıyor bugün.
Kendisine şöhret kazandıran bu duvarın yanı sıra, Kral Offa İslâmî altın standartlarına uygun altın sikke de bastırmıştır. Bu sikkenin bir tarafında “Ortağı olmayan Allah’tan başka ilâh yoktur” okunurken, diğer tarafında “Muhammed Allah’ın elçisidir” yazısı okunmaktadır. Elbette Kral, sikkenin üstüne kendi ismini yazdırmayı da ihmal etmemiştir: Offa Rex (Kral Offa).

Bu altın sikkeler hakkında çok değişik iddialar ortaya atılmıştır. Fakat bunların arasında akla yatkın olanlarından birisi, Kral Offa’nın kendi döneminde etkili olan iki Müslüman otoriteyle arasını iyi tutma niyetinde oluşudur. Bir başka muhtemel sebep ise, Kral’ın Müslüman tacirler ile işlerini kolaylaştırma ihtiyacı hissetmiş olmasıdır.
Bunların dışında daha zayıf gözüken bir başka neden, Kral’ın Papa ile arasındaki ilişkide gizliydi. O dönemde ülkeleri idare eden kralların Papa’ya saygı göstermesi neredeyse bir zorunluluktu. Kral Offa bu zorunluluğu yerine getirirken, bir yandan da Papa ile arasında belli bir mesafe olmasını istiyordu. Bu amaçla sikkelerin üzerine Hıristiyan teslis inancı yerine, tek bir Allah’a iman ifadesini koydurdu.
Elbette tüm bunların dışında bu altın sikkelerin Kral’ın bizzat kendisinin Müslüman olması üzerine basılmış olabileceği de ihtimal dahilinde. Kendi geçmişleri hakkında çok düzenli kayıt tutan İngilizlerin Kral Offa hakkında yeterli tarihî dökümana sahip olmayışları, Kral’ın Müslüman oluşundan dolayı Kilise’nin söz konusu dökümanları yok ettiği ihtimalini akla getiriyor. Gelgelelim, sebep her ne olursa olsun, red edilemeyecek olan bir gerçek varsa, o da en dirayetli İngiliz krallarından birisinin kelime-i şehadet ile birlikte kendi ismini altın bir sikkenin üzerine bastırmış olduğudur.
Dokuzuncu yüzyıl sonunda İslâm’ı ilgilendiren bir başka olay, İrlanda’nın güney sahillerinde bulunan Ballycottin Haçı. Bu haç, simetrik çapraz şeklinde bir broş (süs iğnesi) olarak tasarlanmış. Broşun ortasında camdan bir boncuk var. Üstünde ise “Bismillah” yazısı okunuyor. Uzmanlar dekoratif Celtic broşu olduğu üzerinde hemfikir. Fakat bu broşla ilgili pek çok soru hâlâ cevapsız kalmış durumda: Onu kim yaptı? Kime aitti? Oraya nasıl geldi? Hıristiyan inancıyla açıkça çelişen bu takı, sahibine ne hissettiriyordu? Bunları bilmiyoruz.
İki yüzyıl sonra bir başka gelişme, Aslan Yürekli Richard’ın küçük kardeşi Kral John’un teamül dışı giriştiği bir diplomatik adımla ortaya çıkıyor. Kral John, Papa ile anlaşmazlığa düştükten sonra aforoz edilir. Ülke içinde ise toprak baronlarına karşı bir mücadele yürütmek zorunda kalmıştır. Bu zorluklar karşısında Kral John, İspanya’nın Müslüman hükümdarı Muhammed En-Nasr’dan yardım ister. Ona bir elçi gönderir. Nasr ise onu İslâm’a davet eder.
Kral John, En-Nasr’ın toprak baronlarına karşı kendisine Müslüman askerlerden oluşan bir ordu göndermesi halinde kendisi ve krallığını İslâm hâkimiyetine sokmaya razıdır. Fakat En-Nasr etrafındaki kişilerle yaptığı müzakerelerden sonra orduyu İngiltere’ye göndermekten vazgeçer. Eğer Nasr, Kral John’un teklifini kabul etmiş olsaydı, bugün bambaşka bir dünyada yaşıyor olacağımızı takdir ediyor olmalısınız.

Aynı dönemlerde bir başka gelişme ise, ünlü bir rahip ve tapınak şövalyesi olan St. Albans’lı Robert’in Haçlı Ordusuyla birlikte Kudüs’e hareket etmesiyle kendini gösterdi. Haçlılarla birlikte Robert de, Kudüs’ün Müslüman “vahşi”lerden kurtarılmasını amaçlıyordu. Fakat Robert şehre vardığında hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. İslâm medeniyetinin muteber değerleri ve zengin mirası Kudüs’ü olduğundan daha değerli bir şehir haline getirmişti. Bu cazibe, onu sadece Müslüman olmaya yönlendirmedi, aynı zamanda ünlü komutan Selahaddin Eyyübî’nin büyük kızıyla evlenmesini de netice verdi.
Haçlıların İslâm karşıtı cinnetinden sonra yaşanan bir başka tarihî olay, Kraliçe I. Elizabeth’in Osmanlı padişahı Murad’dan İspanya ordusuna karşı donanma yardımı istemesidir.
Birkaç yüzyıl sonra karşımıza çıkan sima ise, ünlü korsan John Ward. Onaltıncı yüzyılda yaşamış olan ünlü korsan Ward’ın zamanında Bağdat ve Şam, bilgi ve zenginliğiyle İslâm medeniyetinin zirvede olduğunu yansıtan çok büyük şehirlerdi. Çağımızda bunların muadili olarak Londra, New York ve Paris gibi metropoller gösterilebilir. O dönemde Cezayir’in başkenti de zamanın büyük şehirlerinden biriydi. Cezayir’in İngiliz büyükelçisi William Lithgow, şahit olduğu yüksek medeniyetin etkisiyle Müslüman olmayı seçmişti. Tarihî kayıtlar ünlü korsan John Ward’ın Müslüman olmayı seçmiş İngiliz büyükelçisini ziyaret ettiğini yazıyor. Yine bu kayıtlara göre, John Ward, Cezayir’de şahit olduğu yüksek hayat standardından ve sonradan Müslüman olmayı tercih edenlerin bile Müslüman toplulukla kurduğu bütünleşmeden çok etkilenmiştir. İngiltere’ye döndüğünde hâlâ şaşkınlığını gizleyemeden gördüklerini çevresindekilere anlatmıştır. Onaltıncı yüzyılda Cezayir’in başkentinde yaklaşık 15 bin mühtedinin yaşadığı tahmin ediliyor.
Onyedinci yüzyıla gelindiğinde bu defa karşımıza ilahiyatçı doktor Henry Stubbe çıkıyor. Latince, Yunanca ve İbranice bilen Stubbe, aynı zamanda “Muhammediliğin Yükselişinin Muhasebesi ve Onun Dinini Hıristiyan İftiracılardan Kurtarma” adında bir kitap da kaleme almıştır. Fakat Stubbe hayatta iken bu kitabı bastırmaya muvaffak olamadığı gibi, Kilise tarafından “sapkınlık” suçlamasıyla hapse atılmıştır. Ancak ondokuzuncu yüzyılda basılabilen kitapta Stubbe, İslâm’ın temel öğretilerinin reform sonrası Uniteryen Hıristiyan inancıyla ciddi biçimde örtüştüğünü öne sürüyordu. Zira Uniteryenlik de, teslis inancını reddediyor, Allah’ın birliğini kabul ediyordu.
Aynı dönemde yaşamış olan bir başka İngiliz denizcinin öyküsü de gerçekten çok ilginç. Exeter’li bir denizci olan Joseph Pitts, Cezayirli korsanlar tarafından esir edilir. Cezayir’e götürülür ve orada köle olarak satılır. Pitts’in karanlık başlayan yaşam öyküsü, sonradan çok renkli gelişmelere sahne olur. Köle olarak kendisini satın alan sahibi, ona İslâm’ı öğretir. İslâm’ın hakiki bir din olduğuna inanan Pitts, Müslüman olmayı kabul eder. Bunun üzerine, sahibi onu azat eder. Bununla da yetinmez, Pitts’in Mekke’ye gidebilmesi için ona para verir. Joseph Pitts, İngiltere’ye doğduğu yer olan Exeter’e döndükten sonra yaşadığı tüm bu tecrübeleri “Muhammediliğin Görgü Kuralları ve Hakiki Tarifi” adıyla bir kitapta toplar. Bu kitap, bir İngiliz tarafından yazılmış ilk Hac kitabı olma özelliğini taşımaktadır.
Onyedinci yüzyıl, İngilizlerin Doğu ülkeleriyle çok daha yoğun bir ticarete girdiği yüzyıl oldu. Sosyal dinamikler açısından hareketli geçen bu yüzyılda, İngiltere Müslüman tacirlerin kahveyi takdimine tanık oldu. Kahvenin İngiltere’ye gelişiyle, sadece Londra’da 350’den fazla kahve evi açıldı. Bu kahve evleri, İngiltere’de ticari işlerin ılımlı bir çevrede yapılabilmesine imkân sağladı. Çünkü insanların bir araya geldiği diğer mekân olan meyhanelerde çok fazla taşkınlık oluyordu. İngilizler sarhoşluktan kurtuldukça, ülkede ticari faaliyetler de hızla ilerledi.
Ondokuzuncu yüzyılda karşımıza çıkan bir başka ünlü Müslüman-İngiliz sima, Abdullah William Henry Quilliam. Quilliam, 1889’da Fas’ı ziyareti sırasında İslâm’ı kabul etti ve sonra Fez Üniversitesi’nde İslâmî ilimler alanında öğrenim gördü. Bir cami, bir yayınevi, bir kütüphane yaptırmasının yanı sıra, Liverpool’da Medine Çocuk Evi adında bir yetimhane ve bir okul da yaptırmıştır. Ayrıca, kendi yaşadığı bölgede gayet düzeyli bir münazara topluluğu kurmasıyla da Britanya İslâm tarihinde müstesna bir yere sahip olmuştur.
Yirminci yüzyılın başlarına geldiğimizde karşımıza çıkan bir başka ünlü İngiliz Müslüman Robert Raşid Stanley’dir. Raşid Stanley, zengin çay tüccarlarının olduğu Cardiff’te doğmuş; Türk-İngiliz ticaret ilişkilerine büyük katkı yapmıştır. Staylbridge’in iki kez belediye başkanlığı yapan Stanley’in torununun oğlu da Müslümanlığı seçmiştir.
İngiltere’nin öncü özel okullarından biri olan Harrow’da eğitim görmüş Muhammed Marmaduke Pickthall, dünyayı dolaşmış olan bir diğer ünlü İngiliz Müslümandır. Pickthall, 1917’de İslâm’ı kabul etmiş, Arapça öğrenmiş ve İngiltere’de Woking’te inşa edilen ilk caminin imamı olmuştur. Bu camii, Londra’nın merkezine arabayla otuz dakikalık bir uzaklıktadır. Pickthall’in ünü hiç kuşkusuz bu camiiye imam olmasıyla sınırlı değildir. Pickthall’ün İslâm’a yaptığı önemli bir katkı da, Kur’ân-ı Kerim’i İngilizceye çevirmiş olmasıdır. 1928’de “The Meaning of the Glorious Qur’an” (Şanlı Kur’ân’ın Anlamı) adıyla basılan bu Kur’ân meâlinin yanı sıra, Pickthall seyyahlığı ve kaleminin kıvraklığının sonucu gezi romanları da yazmıştır. Bunlardan “Balıkçı Said” ondokuzuncu yüzyıl Suriyesindeki halk hikayeleri, deyimler, sosyal ve siyasal yapıyı gerçeğe uygun şekilde tasvir eder. 1903’te yazılan roman, 1927 gelindiğinde 14 baskı yapmış ve pekçok dile çevrilmiş bulunuyordu.
Burada bahsettiğimiz İngiliz Müslümanların dışında hiç kuşkusuz daha pek çokları vardır. Britanya’da İslâm’ın geçmişini daha derinlikli bir şekilde ortaya koymak, Müslüman tarihçilerin önünde önemli bir ödev olarak duruyor.
Son olarak, yakın dönemde Britanya’da İslâm’ın gelişiminden bahsetmekte yarar var. Bu gelişimi anlamak için Britanya’ya dışarıdan gelmiş doğuştan Müslüman olanların geçmişlerini bilmek gerekiyor.
Britanya’ya ilk büyük Müslüman grup, 300 yıl önce gelmiştir. Bunlar Doğu Hindistan Şirketi’nde (East Indıa Company) çalışmaları için Hindistan’dan devşirilmiş denizcilerdi. Bu nedenledir ki, ilk Müslüman cemaatleri genellikle liman şehirlerinde yerleştiler.
Britanya’ya bir sonraki Müslüman göç dalgası, Süveyş Kanalı’nın yapımını takiben yaşandı. Ticaretteki artış, liman ve gemilerde çalışacak insan talebinin artışına neden olmuştu. Çoğu Yemenli olan bu göçmenler, bugün İngiltere’de yaklaşık 70-80 binlik bir nüfusa sahiptir.
Britanya’ya bir diğer göç dalgası ise, Afrika’dan gelen Asyalı mültecilerdi. Çoğunlukla Kenya ve Uganda’dan sürülen Asya kökenli bu insanların sayısı 1972’de 60 bini buluyordu. Yine de, bugünkü Britanya’nın Müslüman nüfusunun tamamına yakını 1950, 60 ve 70’li yıllarda göç etmiş ağırlıklı olarak Hintli ve Pakistanlılardan oluşmaktadır. 1915 yılında Britanya’da 10 bin Müslüman varken, bugün bu sayı 1-2 milyon civarındadır. Bu sayı aynı zamanda İngiliz nüfusunun %2-4’üne denk düşmektedir.
Sonuç olarak, bugün Britanya’da bir yandan İngiliz Müslümanlar ve göçle bu ülkeye yerleşmiş olan Müslümanlarla, diğer yandan 600’ü aşkın camii ve 60’ı aşkın Müslüman okuluyla İslâm önemli bir yere sahiptir. Fakat popüler kültür Britanya ile İslâm arasındaki bağı hep göç ve mültecilerle ilişkilendirme eğilimini sürdürmektedir...
Yazar : Hilmi Orhan
http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=2112

Hiç yorum yok: