5 Eylül 2009 Cumartesi

Ruanda’dan mesaj var



ÇOCUKLUĞUNDA HARİTA üzerinden ‘ülke bulmaca’ oyunu oynayanlar hariç çoğumuz, Ruanda diye bir ülkenin varlığından, muhtemelen ancak 1994 yılında haberdar olduk. Yine de, bu ülke hakkında fazla birşey bildiğimiz söylenemez. O yılın 6 Nisan’ında başlayıp yüz gün devam eden ve yaklaşık bir milyon insanın katledilmesiyle sonuçlanan müthiş soykırım hakkında da...

Böyle olması bir bakıma normal sayılmalı. Zira, en başta, Ruanda bir Afrika ülkesi. Yani, sair dünya milletleri gibi bizim de gözümüzü diktiğimiz ve Ruanda’dan çok daha küçük beldelerini bile ezbere bildiğimiz Batının bir parçası değil. İkincisi, haritada Afrika üzerine yaptığımız kuşbakışı gezilerde hemencecik gözümüze çarpan Zaire, Nijerya, Kenya gibi ülkelerin yanında çok ama çok küçük kalıyor. Öyle ki, yüzölçümü, yalnızca 26.338 kilometrekare. Yüzölçümüyle, bir Ankara bile etmiyor yani.

Afrika’nın orta doğusunda ve denizden 1500 metre yükseklikteki bu küçük yayla ülkenin nüfusu ise, hiç de az değil. Daha on yıl önce nüfusunun bir milyonu soykırıma maruz kalmış olmakla birlikte, Ruanda’da halen 8.2 milyon insan yaşıyor. Ülke, hayli kalabalık bir nüfusa sahip, Afrika denildiğinde akla gelen fakirlik onun için de geçerli; ama yine Afrika denildiğinde akla gelen çöl manzaraları Ruanda’da yok. Aksine, Ruanda bol yağış alan bir ülke; ekilebilir alanları, savanları ve ormanları azımsanmayacak oranda. Ve bu diyar, 8.2 milyon insan kadar, filler ve aslanlar dahil birçok mahluka da ev sahipliği ediyor.

Ruanda’da 1994’te yaşananlar, içinde bir dizi unsuru barındırmakla birlikte, temelde bir ırk yahut milliyet çatışmasıyla ilgili. Bu ülkeyi mesken tutmuş iki kavim var: Hutular ve Tutsiler. Hutuların bu diyarı ne zaman mesken tuttukları tam olarak bilinmiyor; ama bilinen o ki, ondördüncü yüzyılda Tutsiler Ruanda’ya geldiklerinde Hutular zaten orada imiş. Ve, dünyanın başka diyarlarında olduğu şekilde, burada da yeni yerleşim yeri arayışı içinde göç eden ve tutunmaya kendini mecbur bilen kavim, Tutsiler, kısa süre sonra yerleşik Hutu topluluğa karşı üstünlük sağlamışlar. Sayıca az oldukları halde, yüzyıllar boyu, Ruanda Tutsilerin egemenliğinde bir krallık olarak varlığını sürdürmüş; siyaset ve ekonomideki Tutsi ağırlığına karşılık, Hutular sayıca sayıca çokluklarının zıddına, ekonomi ve siyasette Tutsilere tâbi durumda kalmışlar.

Afrika’nın Batılı güçlerce talanı başladığında, sahil ülkelerine göre biraz daha geç başlamış da olsa, bundan Ruanda da nasibini almış. Önce Almanya, sonra Belçika bu diyarı kendine bağlı bir krallığa dönüştürmüş. Milletler Cemiyeti’nin de komşu Burundi ile birleşik bir Belçika mandası olarak kabul ettiği Ruanda, özgürlüğünü, 1959’da başlayan isyanın ardından, 1961’de kazanmış. Tam da bu noktada, yirminci yüzyılda sıklıkla tekrarlanan bir ironi, bir kez daha boy göstermiş. Kendisini sömürgeleştiren Batılılara karşı özgürlüğünü kazanan Ruanda, bir modern Batılı olgu olarak ‘ulus-devlet’ kalıbı içinde yeniden yapılanmış. Dolayısıyla, bağımsızlık mücadelesinin başladığı günlerden 1994’e, sayıca kalabalık Hutular, sayıca az ve vaktiyle kendilerine hükmetmiş Tutsileri ya sindirerek ya da Ruanda’dan sürerek Ruanda’yı bir ‘Hutuland’ haline getirmeye çalışmışlar. Bu yöndeki çabalar, Uganda, Burundi, Kenya, Kongo gibi komşu ülkelerde ciddi bir Tutsi göçmenler nüfusunun ortaya çıkmasına sebep olmuş. Ülke içindeki nüfus dağılımı yüzde 90 Hutu, yüzde 9 Tutsi şeklinde tecelli ederken, sürgün hayatı yaşayan Tutsiler Ruanda Yurtsever Cephesi altında yeniden Ruanda’ya dönüş mücadelesi başlatmışlar. Bu minvalde, şiddet, iki taraf için de en önde gelen iletişim biçimi olagelmiş. Gerçi Haziran 1992’de BM’nin devreye girmesiyle taraflar arasında barış anlaşması yapılmış; ama film asıl bundan sonra kopmuş. Barış anlaşmasından bir süre sonra, ülkede artık barışın geldiği umuduyla BM Barış Gücünün bölgeden çekildiği sırada yaşanan bir olay, Tutsi soykırımını getirmiş. 1973’te gerçekleştirdiği askerî darbeden beri devlet başkanlığı makamında oturan Hutu milliyetçisi General Juvenal Habyarimana’nın uçağı düşürülünce, Tutsilere karşı sistematik bir ‘etnik arındırma’ faaliyetini eskiden beri kafasına koyan

Ruanda hükûmeti, soykırımın fitilini yakmış. Gerek askerler, gerek İnterehamwe milisleri, 6 Nisan 1994’ten itibaren tarihte emsaline az rastlanır bir sür’atle Tutsi soykırımına girişmişler. Bütün dünyanın gözü önünde, yüz gün içinde en az 800.000, bazı tahminlere göre ise 1.000.000 insan öldürülmüş. Bu gözüdönmüşlük hengâmında, Hutu milliyetçileri, Tutsiler kadar, ılımlı ve barış yanlısı onbinlerce Hutuyu da öldürmüşler. Yüz gün sonra uluslararası toplumun müdahalesi geldiğine, Ruanda, ‘ba’de harabi’l-Ruanda’ denilecek durumda imiş.

Ruanda’nın uzak ve yakın tarihinin bu kısa ve hazin özeti, bütün dünya insanları için manidar dersler barındırıyor. En başta, milliyetçiliğin, gem vurulmadığı takdirde insanı hangi derelere kadar sürükleyebileceği bir kez daha görülüyor. Gittiği yere ‘özgürlük’ten önce talan götüren ve maden veya petrolden önce kan çıkaran Batının bir icadı olarak ulus-devletin, hakim ulus dışındaki uluslar, hatta hakim ulusun ılımlı insanları için dahi yeri geldiğinde bir felakete dönüştüğü de... Yaşanan vahşet, öte taraftan, asırlar önce “Şerlerin en büyüğü iç savaştır” diyen Blaise Pascal’ın sözünün ne kadar da doğru olduğunu hazin biçimde belgeliyor.

Ancak, Ruanda trajedisinden alınacak dersler, bununla sınırlı değil. Ruanda tecrübesi, milliyetçilikle memzuç hale geldiğinde, dinin de bundan zarar görebildiğini çok bariz biçimde gösteriyor. Zira, Afrika ulusları içinde genel nüfusa oranla en fazla Hıristiyan barındıran (yüzde 75) ülke olarak Ruanda’da, 1994 katliamından beri Hıristiyanlık müthiş bir sarsıntı geçiriyor. Özellikle nüfusun yüzde 60’ının kendisine mensup olduğu Katolik Kilisesi, o tarihten bugüne, neredeyse milyonlarca mensubunu yitirmiş. Bu kişiler ya İslâm’a, yahut değişik Protestan Hıristiyan mezheplerine yönelmişler; veyahut, bir inanç boşluğunun ortasında kalmışlar. Zira—bu durumun istisnası olabilen rahipler ve mahalli kiliseler olmakla birlikte—genel olarak Kilise, gitgide büyüyen Hutu-Tutsi geriliminde kendisini giderek azgınlaşan Hutu milliyetçiliği rüzgârına kaptırmış. Hıristiyan akidesine bağlı Tutsilerin ‘Allah’ın evi’ olarak sığındıkları kiliseler, soykırım hengâmında, onlar için mezbahaya dönüşmüş. Meselâ, Saint Benedictine kilisesine sığınan 7000 Tutsi katledilmiş; iki rahibe, bu katliamdaki rollerinden dolayı, Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi tarafından 15 ve 12 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Ruanda’da savaş sonrasında kurulan bir mahkeme, iki rahibe, katliama bilfiil katıldığı için idam cezası vermiş. Ruanda, Tanzanya ve Belçika’da soykırım esnasında savaş suçu işledikleri için yargılanan rahip ve rahibe sayısı yirmiyi aşıyor.

Bu soykırımdan kurtulan Emmanuel Murangira’nın Christian Science Monitor muhabiri Mary Wiltenburg’a bu minvalde anlattıkları, insanın kanını donduruyor. Beş çocuk babası Murangira, gözü dönmüş Hutu milislerin onu ve aile efradını öldürmek üzere geliyor olduklarını haber alınca, karısını ve çocuklarını alıp en yakındaki kiliseye sığınmak istemiş. Kiliseye vardığında, piskopos Augustine Misago’nun, gelen kalabalığa emirler yağdırdığını, onları ‘daha güvenli’ olduğu gerekçesiyle vadinin öte tarafındaki yeni okula yönlendirdiğini görmüş. Çaresiz, okulun yolunu tutmuşlar. Murangira, piskopos Misago’nun, daha sonra katilleri de oraya yolladığını söylüyor. Sonuç: kiliseden içeri alınmayan 40.000 Tutsi’nin bu okulda topluca katledilmesi. Bu katliamdan sağ çıkan yalnızca 4 kişi var. Biri, Emmanuel Murangira. Karısı, beş çocuğu, akrabalarından 43 kişi daha bu okulda katledilmiş. Murangira ise, yaralı halde, cesetlerin arasından sürünerek dışarı çıkmış ve komşu ülke Burundi’ye sığınmış. Gerçi, kurulan mahkeme 2002’deki son duruşmada piskopos Misago için beraat kararı vermiş; ama Murangira öyle düşünmüyor.

Peki, piskopos Misago sığınanları kiliseye alsaydı, bu katliam olmaz mıydı?

Doğu Ruanda’da St. Francis Xavier kilisesine sığınan Mediatrice Mukarutabana’nın New York Times muhabiri Marc Lacey’e anlattıkları, bu soruya ‘evet’ cevabı vermeyi zorlaştırıyor. Mukarutabana, kilisenin İspanyol rahibinin kiliseye sığınmış bulunan Tutsileri öldürmeye gelen milisleri durdurmaya çalıştığını, çekip gitmeleri için para bile teklif ettiğini anlatıyor. Fakat gözü dönmüş milisler, çekip gitmek yerine, rahibe iki şıktan birini seçmesini söylemişler: Ya çekip gider, kendi hayatını kurtarırsın; yahut seni de içerideki Tutsilerle birlikte öldürürüz. Sonuç: Rahip çekip gitmiş... Mukarutabana, rahibin yaşadığı korkuyu anladığını söylüyor, ama yine de ona hak veremiyor: “Bizi kurtarmak için elinden geleni yaptığı için ona teşekkür borçluyuz. Ama onbirinci saat geldiğinde bizi kutsamakla yetindi, ve ölmeyi bize bıraktı.”

Bu noktada Christian Science Monitor muhabiri Mary Wiltenburg’un söyledikleri dikkat çekici: “Ruanda soykırımında büyük ölçekli katliamların neredeyse tamamı kiliselerde gerçekleşti. Üstelik, kimi durumlarda, kilise liderlerinin de suç ortaklığıyla. Rahiplerin ihaneti herkesçe bilinir hale geldiğinde, bu çok yoğun bir Hıristiyan nüfus barındıran ülkede nice insan inancını kaybetti.”

Hıristiyanlığa olan inancını yitirmiş bu insanların yarım milyondan fazlası, katliamı takip eden on yıl içinde, kendisini İslâm inancının kapsama alanı içinde bulmuş. 1994 öncesinde toplam nüfus içinde yüzde 6-8 civarı bir oranı teşkil eden Müslümanlar, bugün sayıca bir milyonu aşmış, oran olarak da yüzde 15’e ulaşmış durumdalar. İslâm, 1994’ten bugüne, hem Hutular, hem de Tutsiler arasında hızlı bir yayılma gösteriyor. Washington Post muhabiri Emily Wax’un 2002 itibarıyla yüzde 14 olarak verdiği bu rakamı, Nisan 2004 New York Times haberinde yüzde 15, yine bu yıl islamonline.net’in verdiği haberde yüzde 16 olarak görüyoruz. Değişik haber kaynaklarının Ruanda’daki cami sayısına ilişkin rakamları da birbirine yakın. Buna göre, 1994 öncesinde 250 civarında olan cami sayısı, bugün 500’e ulaşmış bulunuyor. Yani, son on yıl içinde Ruanda’da her yıl ortalama 25 yeni cami yapılmış.

Ruanda’da yaşanan bu büyük ihtida dalgası, bir rastlantının eseri olmadığı gibi, bir tepkinin sonucu da değil. Bilakis, bu ihtida süreci, dünyanın her tarafındaki Müslümanlar için, hatta dünyanın her tarafındaki değişik inançlara mensup insanlar için, çok ciddi dersler barındırıyor. Gerek Tutsilerin, gerek Hutuların kitleler halinde İslâm’a yönelmelerinde en büyük etken, Müslüman azınlığın soykırım esnasında sergilediği tavır. Ruandalı Müslümanlar arasında Hutu kökenli olanlar da mevcut, Tutsi kökenli olanlar da; ama soykırım esnasında hiçbiri elini kana bulamamış. Ve, özellikle Hutu Müslümanlar, kendilerine sığınan Tutsileri—en önemlisi, bu kez de müslüman-gayrimüslim ayrımına asla girişmeksizin—katliamdan korumuşlar.

Ki, tam da bu noktada, kaderin garip bir cilvesiyle karşı karşıya geliyoruz. Nüfusunun büyük kısmı Hıristiyan, Hıristiyanların büyük kısmı Katolik olan bu ülkede bir azınlık olarak Müslümanların tarihi yüzyılın ötesine pek geçemiyor. Müslümanlar, bir azınlık olarak, Ruanda nüfusunun genelinden izole edilmişler. Konuyla ilgili haberlerde vurgulandığına göre, bir derece, ‘aforoz edilmiş’ halde yaşadıkları dahi söylenebilir. Meselâ, başşehir Kigali’de Müslümanlar Biryogo semtini mesken tutmuşlar. Bu semtten ayrılmaları başka bir semtte ev edinmeleri özel izne tâbi kılınmış. Benzer bir durum, sair şehirlerde de sözkonusu imiş. İşte, Müslümanların, Hutu-Tutsi geriliminin dışında, ‘ayrı, ikincil ve kendi halinde bir grup’ olarak algılanıyor olması, Müslüman mahallelerini katliamın kapsama alanının dışında tutmuş. Hutular can düşmanı olarak Tutsileri belledikleri, Tutsi veya Hutu Müslümanları ise ‘Tutsi’ yahut ‘Hutu’ olarak değil de ‘Müslüman’ olarak algıladıkları için, Müslüman mahallelerindeki Tutsi Müslümanlara saldırmaya kalkışmamışlar. Buna karşılık, bu mahallelere, sair mahallelerden pek çok

Tutsi sığınmış. Hutu Müslümanlar, onları aylarca evlerinde saklamışlar.

Nitekim, Associated Press muhabiri Rodrique Ngowi, “Soykırım esnasında, Müslümanlar, komşularını ve yabancıları koruyan az sayıda Ruandalılar arasındaydılar” diye yazıyor. 2002’de İslâm’ı seçen 31 yaşındaki Yvette Sarambuye ise, “Başka her yerde Hutular Tutsi komşularını ve Tutsi azınlığa mensup olduğundan kuşkulanılan yabancıları ya öldürdüler yahut onlara ihanet ettiler. Ama milisler ve askerler Biryogo gibi Müslüman mahallelerindeki Tutsilerin peşine düşmeye cesaret edemediler” diyor. “Şayet bir Hutu Müslüman bizim mahallelerimizde gizlenmiş birilerini öldürmeye çalışsaydı, en başta Kur’ân’ı Kerîm ona bunun hesabını sorardı ve ona artık İslâm’la bir ilgisinin kalmadığını haykırırdı.”

Sarambuye, Muslümanlar tarafından saklandığı için katliamdan kurtulmuş bulunan, üç çocuk annesi bir Tutsi. “Hiçbir Müslüman mukaddes kitaba aykırı davranmaya cür’et etmedi; ve bu da çoğumuzun hayatını kurtardı” diye devam ediyor. Sarambuye, yanlarına sığındığı Müslüman aileyi günlerce namaz kılarlarken seyretmiş. Belirttiği üzere, daha önce yabancısı olduğu bu inanç hakkında bilgisi arttıkça, ona olan hayranlığı da büyümüş. “Bu insanlar için İslâm bir etiketten ibaret değildi, bir hayat biçimiydi” diyor. “İçimde onların arasına katılma iştiyakı hissettim.”

Washington Post’a konuşan 29 yaşındaki iki çocuk annesi Âişe Uwimbabazi ise, “Müslümanlar olmasaydı, bütün ailem ölmüş olurdu. Soykırım esnasında sergiledikleri davranıştan dolayı Müslüman ahaliye çok ama çok müteşekkirim” diyor. Uwimbabazi, ihtida sürecini ise şöyle özetliyor: “Onların yaptıklarını düşündüm ve şunu hissettim: değişmenin tam zamanı.”

Ali Uwimana’nın yakınları, Uwimbabazi’nin yakınları gibi, talihli değiller. Onun birçok akrabası, başşehir Kigali’ye yetmiş kilometre uzaklıktaki Kibungo’daki kilisede öldürülmüşler. “Kiliseler mezarlıklar haline geldi” diyor Uwimana. “Savaş esnasında yaptıklarından dolayı, şimdi Katolik kilisesinin hiçbir tesiri kalmadı. Allah’ı tanıyıp yine de Allah’ın evinde insanları öldüremezsiniz.” Uwimana’nın İslâm’ı seçmesinde Müslüman patronu yardımcı olmuş.

39 yaşındaki Jean-Pierre Sagahutu da, benzer bir dramı paylaşıp benzer bir dönüşüm yaşayanlardan. Sagahutu’nun babası ve ailesinden dokuz kişi daha, soykırım esnasında katledilmiş. “Amerikalılar Müslümanların terörist olduklarını düşünüyorlar. Ama Ruandalılar için onlar bizi soykırımdan kurtaran özgürlük savaşçılarımızdır” diyor Sagahutu. “Bir kiliseye saklanmak istedim, ama bu gidilecek en kötü yerdi.” Sagahutu, soykırım sırasında İdrissa adlı bu Müslümanın evinin arkasındaki bir tankerin içinde saklanmış. “Yalnızca o benim yerimi biliyordu” diyor. “Bana ihanet etmiş olsaydı, öldürülmüş olurdum. Ama etmedi.” Sonra, bir müddet bu aileyle birlikte yaşamış. “Onları günde beş kere ibadet ederlerken seyrettim. Onlarla yiyip içtim ve nasıl yaşadıklarını gördüm. Hutu ve Tutsi Müslümanlar aynı camide beraberce ibadet ediyorlardı. Aralarında bir ayrılık gayrılık yoktu. Bu, görmeye muhtaç olduğum bir manzaraydı.”

21 yaşındaki Yakobo Cuma Nzeyimana, 1996’da ihtida etmiş. “Benim eski kilisemde insanlar öldü ve rahip katillere yardım etti” diyor. “Geri dönüp orada ibadet edemezdim. Başka birşeyler bulmak zorundaydım.”

Ruanda belgeseli için BBC’den Robert Walker’a konuşan Zafran Mukantwari ise 20 yaşında. Zafran, ailesi içinde soykırımdan kurtulan tek kişi. BBC muhabiri, görüşmelerini şöyle özetliyor: “Onunla Kigali’nin el-Aksâ Camiinin avlusunda tanıştım. Başı sımsıkı örtülü. On yıl önce neler olup bittiğini anlatmasını istediğimde sakin bir ses tonuyla konuşmaya başlıyor. Ailesinin Katolik olduğunu, ibadet edegeldikleri kilisede öldürüldüklerini anlatıyor. Zafran, on yaşında, yapayalnız kalmış. Önceleri, kiliseye gitmeye devam etmiş. Orada destek bulabileceğini düşünmüş. Sonra, inancını sorgulamaya başlamış. ‘Birlikte dua ediyor olduğum insanların annemi babamı öldürmüş olduklarını anladığımda, Müslüman olmayı tercih ettim’ diyor. ‘Çünkü Müslümanlar kimseyi öldürmediler.’”

New York Times’a konuşan Alex Rutitiriza, 2003’te Müslüman olmuş. Rutiririza, Tutsiler her tarafta öldürülürken, kendisi için en güvenli yer olarak Müslüman mahallesini bulmuş. Soykırım başladığında, Hutu milisler Kigali’deki Müslüman mahallesini de kuşatma altına almışlar, ama Hutu Müslümanlar katil Hutu milislerle işbirliği yapmamışlar. Rutiririza, bunu, onların “din bağının etnisite bağından daha değerli ve büyük olduğunu hissetmeleri’ne bağlıyor. Ve ekliyor: “Sonuçta, Müslümanlar Tutsileri koruma altına aldılar.” İnterehamwe milisleri peşinde olduğu halde tanımadığı bir Müslümanın yardımıyla öldürülmekten kurtulan Ramadani Rugema da bunu doğruluyor. Soykırımın akabinde İslâm’ı seçen ve halen Ruanda İslam Cemiyetinin genel sekreteri olan Rugema, “İslâm’ın soykırımdan yüzünün akıyla çıkmasından dolayı iftihar ediyoruz” diyor. Jean-Pierre Sagahutu da, bu iftihar duygusunu paylaşıyor. Onun belirttiğine göre, Hıristiyan Tutsi ve Hutuların, uzlaşma ve hoşgörü noktasında İslâm’dan öğrenecekleri çok şey var. “Ama böyle bir uzlaşma Ruanda Müslümanları için gerekli değil” diye ekliyor. “Çünkü biz zaten dünyaya ırk veya etnisite gözlüğüyle bakmıyoruz.”

Ruanda başmüftüsü Salih Habimana, soykırım esnasında sergilediği örnek duruşla, ortaya çıkan bu sonucun mimarları arasında belki de en önde geleni. O günleri anlatırken, “Müslüman evlerinin çatıları saklanan gayrimüslimlerle doluydu” diyor ve ekliyor: “[Ruandalı] Müslümanlar, Allah indinde masum insanların kanını dökmekten dolayı sorguya çekilmeyecekler.” Habimana, Ruanda’da son on yılda yaşanan ihtida dalgasını 1997 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmaktan gerektiğini söylüyor. Tutsilerin de ağırlıklı biçimde yer aldığı yeni hükûmetin ülkede kontrolü sağladığı bu tarihe kadar, İslâm’ı seçenler arasında ‘pratik sebeplere binaen’ bunu yapanlar olduğunu belirtiyor. Habimana’nın dediğine göre, Müslüman olmak, “Hutular için, ‘Benim ellerime kan bulaşmadı’ demekti. Tutsiler ise, soykırımda Müslümanlar ölmediğinden dolayı İslâm’ı seçtiler. Biri arınmak için İslâm’ı arıyordu, diğeri korunmak için...” Can güvenliğinin hükûmet tarafından teminat altına alındığı 97 sonrasında ihtidaların devam etmesi, bu noktada son derece önemli.

Bu durum, Ruandalı Müslümanları sevindirdiği derecede, Katolik kilisesini endişelendiriyor. Washington Post’un belirttiğine göre, Ruandalı Katolik rahipler, Roma’daki kilise liderlerine İslâm’ı seçenlerin sayısındaki artışa nasıl karşı koyacakları konusunda akıl danışıyorlar. Başkent Kigali’de görev yapan rahip Jean Bosco Ntagugire, fazla ümitli değil: “Soykırımdan sonra bir problemimiz var. Güven sarsıldı. ‘Ey Hıristiyanlar! Geri dönün!’ diyebilecek durumda değiliz.”

Ruandalı Müslümanların feci bir soykırım esnasında Kur’ân’ın rehberliğinde sergiledikleri örnek tavrın on yıllık yansımaları işte böyle... İkiyüz yıl boyunca Ruanda toplumunun ancak yüzde 6-7’sine ulaşabilmiş İslâm, müthiş bir sınanma anındaki bu örnek İslâmî duruş sonucunda, on yılda ikiye katlanmış durumda.

Bu durum sizi sevindiriyorsa, bir de üzücü haberimiz var. İslâm’ın ‘öldürme’yle değil, ‘hayat kurtarma’yla özdeşleştiği bir ülkede olanlar bu iken, İslâm adına öldürmelerin yaşandığı bazı ülkelerde, aksi yönde gelişmeler mevcut. Meselâ, Türkiye’deki gazetelere yansımadı ama, Cezayir’deki kanlı olayların etkisiyle, Kasaba bölgesindeki 300 Cezayirli, 1999 yılının Paskalya bayramında vaftiz olup Hıristiyan dinine geçtiler. Cambridge Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi ve bir İngiliz Müslüman olan Abdülhakim Murad, ‘İslâm adına terör’ün kaybettirdiklerini irdelediği yazısında, 1999’da Fransız Katolik Piskoposlar Konferansında duyurulan bu gelişmeye atıfla şunu söylüyor: “On yıl önce böyle birşey asla sözkonusu değildi. Bu değişim, Cezayir’de İslâm adına girişilen müfrit hareketlerin yayılmasının bir sonucudur.” A. Murad, Afganistan’dan da, Afganistan tarihinde ilk defa, ‘Hıristiyan Afganlar’ın zuhurundan söz ediyor.

İşte Müslümanların ‘hayat kurtardığı’ Ruanda’dan gelen haberler ve işte İslâm adına ‘hayatlara son verilen’ diyarlardan işittiklerimiz...

Mesaj sizce de açık ve anlaşılır değil mi?


karakalem.net,

İsmail Örgen


Hiç yorum yok: